17 Temmuz 2015 Cuma

Hz. Hüseyin’in Fedaisi : Muhtar (HD) Tüm Bölümler Herkesin izlemesi gereken filmlerden biri olan 40 bölümlük bu efsane filmi HD kalite ile ibretle mutlaka izlemelisiniz.

Hz. Hüseyin’in Fedaisi : Muhtar (HD) Tüm Bölümler
Kerbelâ'nın intikamını alan Muhtar es-Sakafî kimdir?

Muhtâr es-Sekafî, Emevî diktatörlüğüne başkaldıran, Zübeyrîlerin oyunlarını bozan bir halk kahramanıdır. Ali dostları, o kasvetli ortamda, sadece onun 1,5 yıllık iktidarı döneminde nefes alabilmişlerdir.


İran Radyo ve Televizyon Kurumu’nun bir yapım eseri olan dizi, İmam Hz. Hüseyin’in katillerinden öç almaya çalışan Muhtar Segefi’nin hayat öyküsünü ve Emevilere karşı kıyamını işlemektedir.
40 bölümlük bu dizinin yönetmeni Davood Mirbageri’dir. Dizinin yapımı 9 yıl sürdü. Bu dizide 110 baş aktör ve 400 figüran rol almıştır. Dizi yayınlanmaya başlamasıyla birlikte Arap ülkelerinde ve ülkemizde büyük beğeni ve çok sayıda izleyici toplamayı başarmıştır.

Orijinal Adı : MOHKTAR


Yapım Yılı : 2010-11

Bölüm-Süre : 40

Yönetmen : Davood Mirbagheri


Muhtar'ın amacı aşk kervanına ulaşmaktı...amacınada ulaştı.kerbela olayı yaşanması gerekiyordu..kıyamete kadar müminlerin yaşam felsefesi bu olay ile şekillenecekti..

İmamın kısasınıda birisinin alması gerekiyordu oda muhtar segafi'ye nasip oldu.aynı imam hüseyin tasua akşamı nasıl istiyen gitsin dediyse ve son akşam onu yanlız bıraktıysalar,muhtarda cahil askerlerine bu izni verdi ve onu yanlız bıraktılar..birkaç sadık dostu ile beraber son nefesine kadar hüseyni bir ruhla savaştı..aşk kervanına katıldı ,
Amacına ulaştı.inşallah..

İmam mehdi (as) zuhur edene kadar bu olaylar devam edecektir..

Bizlerde zamanın muhtarını iyi tanımalı ve safımızı iyi belirlemeliyiz..

İlk önce ilim ve iman silahını kuşanmalı,sonra canlarmızla ve mallarımızla son nefesimize kadar hüseyni bir ruhla aşk kervanına katılmak için cihad etmeliyiz...
1 ve 2.Bölüm
3 ve 4. Bölüm
5 ve 6. Bölüm
7.Bölüm
8. Bölüm
9. Bölüm
10. Bölüm
11. Bölüm
12. Bölüm
13. Bölüm
14. Bölüm
15. ve 16. Bölüm
17 ve 18. Bölüm
19 ve 20. Bölüm
21 ve 22. Bölüm
23 ve 24. Bölüm
25 ve 26. Bölüm
27 ve 28. Bölüm
29 ve 30. Bölüm
31. Bölüm
32. Bölüm
33. Bölüm
34. Bölüm
35 ve 36. Bölüm
37. Bölüm
38. Bölüm
39. ve 40. Bölüm (son)

HZ. HÜSEYİN (a.s) İN KATİLLERİNİN SONU NE OLDU ?
Kerbela katliamı’nın intikamını hicretin 67nci yılında Muhtar’ı Sakafi almıştır. Onun bu kıyamında ki başlıca felsefesi ”Dinimiz bize Hüseyin’in katillerinin Ellerini kollarını sallayarak güvende ve cezasız yaşamalarına müsaade etmez. 

Onlar bu dünyada Yaşadıkları sürece, ben al’ı Muhammed dostu olarak yaşayamam olsam olsam ancak yalancı ve korkak dost olurum. 

Kerbela’nın intikamını almam için bu yolda Allah yardımcımız olsun ve Allah’a şükürler olsun ki; kılıcım onların Başlarında olacaktır. Onları bana tanıtın ki; Resulullah’ın evlatlarına uzanan elleri keseyim.

Diyerek Katilleri cezalandırmak üzere teşkilatlanmaya başladı. (1)

Musa Bn. Diyor: 

Muhtar İmam Hüseyin'in katillerini takibe alıp yakalamamız için bize emir verdiğinde kendisine şöyle bir söz vermişti: 

"Yemin olsun Allah'a ki; Yeryüzünden Kerbela Katillerinin pis varlıklarını temizleyene, kadar doyunca yemek yemeyeceğim ve su içmeyeceğim. (2)Muhtarın hareketi başladıktan sonra Kerbela katilleri bir kısmı gruplar halinde, bazıları ise münferiden yakalanarak dünyadaki cezalarına çarptırıldı. 

YEZİDİN ÖLDÜRÜLMESİ 

Rivayet edilir ki ;Yezit (l.a) bir gün adamları ile birlikte ava çıkmıştı bir kaç günlük yol kat ederek, Şam dan uzaklaşmışlardı ki,karşılarına bir Ceylan çıktı Yezit adamlarına:

"Ben yalnız başıma bu Ceylanı avlayacağım kimse benimle gelmesin." Diyerek av'ını takip etmeye başladı.

Av'ı onu çok uzaklara götürdü ve gözden kayboldu Yezit su kuyusundan su çıkaran bir köylüye rastladı ve içmek için su istedi Köylü suyu verdi, ancak Yezit ondan saygı ve hürmet bekliyordu. 

Köylü o ilgiyi göstermeyince Yezit ona: 

"Eğer benim kim olduğumu bilseydin bana saygıda kusur etmezdin.

"Deyince, Köylü: 

“ Peki, sen kimsin ey Müslüman kardeş? “ Diye sordu, Yezit ben senin Halifen ve Emirin Muaviye oğlu Yezit’im. 

Dediğinde köylü adam: "And olsun Allah'a ki; Sen Hz. Hüseyin’in katilisin. Ey Allah’ın ve Resul’ün düşmanı diyerek, Yezide saldırdı ve yezidin elindeki kılıcını alarak Yezidin başına indirmek isteyince kılıç atının başına değdi ve at ürkerek kaçmaya başladı, Yezidin eğeri ters dönerek ayakları eğerde takılı kalmıştı, ürken at Yezidi taşa ve kayalara çarparak paramparça etti, birkaç gün sonra Yezit’ten atın üzengisinde sadece bir ayak kalmıştı, (3) 

Yezidin ayağına, Yezidin cenazesiymiş gibi, Cenaze merasimi düzenleyerek ve Cenaze Namazı kılarak Şam’ın orta yerinde defin ettiler. Sonraları Yezidin Mezarının olduğu bölgeyi şehir çöplüğüne çevirdiler.

Daha sonraları ise;Şehire çirkin görüntü ve pis koku Yaydığından dolayı yerine Cam Fabrikası kurdular.Ne garip tecellidir ki;

Mühendisler ve Mimarlar cam fabrikasını uygulamak için ne yaptılarsa Cam Eritme Fırını hep Yezid'in mezarının üzerine denk geldi ve o şekilde fabrikayı tesis ettiler böylece Yezit dünyadaki cezasına bu şekil’de çarplmış oldu. 

a)TOPLU İDAMLAR 

Muhtar Aşura günü İmam Hüseyin'in Yaralı ve Başsız Cesedinin üstünde at yarışları düzenleyen katilleri yakalayarak, sırt üstü yere çiviletti, Atlara yeni Nal çaktırdı ve onların bedenleri üzerinde yarıştırdı, böylelikle hepsi paramparça oldular.(4)

Daha sonra onların parçalanan bedenlerini yaktırdı.

Ve hepsi kül oldu. 

Onlar:

İshak bn. Haviye, ahnes bn nurset, hekim bn tüfeyil, ömer bn sübeyh,reca bn mümkazi abdi,salim bn. Heyseme ,vahiz bn. Naim, satih bn. Vahap, hani bn. Sübeyt ve asit bn. Malik idi.Ebu Ömer diyor ki: 

"Biz daha sonra bu on kişinin geçmişini araştırdık ve hepsinin zina zade olduğunu gördük." 

Kerbela katillerinin içerisinde en acımasız ve etkili, olan 248 kişi Kufe’de yakalanarak boyunları vuruldu. 

Şimir bn Zilcevşen Aşura günü İmam Hüseyin’in (a.s) özel bineği olan deveyi ganimet olarak Küfe’ye getirmiş ve zaferini kutlamak için o deveyi keserek Ehlibeyt düşmanlarına dağıtmıştı. 

Muhtar emir verdi o devenin etinin dağıtıldığı evlerin hepsini tespit ettirdi, o evlerin hepsini ateşe verdi devenin etini bilerek yiyenleri hepsini öldürdü.

b) KUFE’NİN İLERİ GELENLERİNİN İDAMI 

Muhtarın kıyamında cezalandırılan Kerbela katilleri: 

1-ÖMER BN SAAD O 

Yezidin ordusunda başkumandan dı ve kıyamın başından beri kısas olacak kişilerin birinci sırasında idi, yakalanmadan önce gelerek muhtara teslim oldu çünkü muhtarın kız kardeşi Safiye’nin kocası idi, Safiye kocasının öldürülmemesini ve hapisle cezalandırılmasını rica etti, Kız kardeşini kıramayan Muhtar Ömer saad’a bazı şartlar dâhilinde amanname (dokunulmazlık) verdi ve bu şartlardan herhangi birini ihlal edilmesi halinde öldürüleceğini şart koştu.Kufe’de, Kerbela katillerini idam edildiklerini ve Ömer saad’a amanname verilmesini duyan Hz. Ali (as) nin oğlu Muhammedi Hanefiye, Muhtara mektup yazarak ömeri Saad’ında cezasız kalmamasını istedi. Bunun üzerine Muhtar bir bahane ile Ömer Saad’ın evine askerlerini gönderdi ve Ömer Saad’ın karargâhına getirtmek istedi, direnince de amanname şartlarından birisini ihlalinden dolayı öldürmeye karar verdi ve Ebu Ömer isimli komutan Ömer saad’ın başını keserek Muhtara getirdi. 

Muhtar bu olaydan sonra Ömer Saad’ın oğlu ve aynı zamanda yeğeni olan Hıfz’a sordu onu:Bu Kesik başın sahibini tanıyor musun?

Cevap verdi: 

"Babamdan sonra benim yaşamamın bir manası yoktur." Muhtar: "Zaten ondan sonra sende yaşamayacaksın diyerek onunda boynunu vurdurdu .

"Ve sonra şöyle dedi :

"Ömer saad, Hz Hüseyin’e misilleme olsun, oğlu ise Hz Hüseyin’in oğlu Aliekbere misilleme olsun, ama bu ikisi asla o ikisiyle kıyaslanamaz, and olsun Allah'a ki eğer kureyş’in 4/3nü öldürsem Hüseyin’in bir parmağının karşılığı dahi olamaz.

" Muhtar Ömer saad’ın kesik başını Medine’ye Muhammedi Hanafiye’ye gönderdi Ömer saad’ın kesik başını gören Hanafiyye:"Allah’ım; Muhtarın bu gününü unutturma ve onun mükâfatını Peygamberin (sav) ve Ehlibeyt’in eliyle ona inayet eyle yemin olsun Allaha bundan sonra; kimse Muhtar’ı kınamaya ve mezemmet etmeğe yeltenmesin. 

2-ŞİMİR BN ZİLCEVŞEN 

Kerbela’nın bir numaralı cani’sidir Muhtar'ın elinden kaçmayı başardı, Muhtar onun peşine adamlarını göndererek yakalandığı yerde öldürülmesini emretti.Müslüm Zabai diyor: 

"Biz şimir’le beraber küfe'den kaçtık, Basra yolu üzerinden (satitma) denilen yere vardık, oraya (kiltaniye) diye yakın bir köy vardı köylüler bizim saklandığımız yeri Muhtar’ın askerlerine ihbar etmeleri neticesi bizi muhasaraya aldılar ve şimiri öldürdüler. (9)

Şeyh Tusi’ye göre ise: 

Şimiri yakalayarak Muhtara getirdiler, Muhtar onu kaynayan yağ kazan’ına attırdı, Askerlerden birisi de şimir’in başını tekmeleyerek öldürdü ve başını kestirdi.Abdurrahman bn abd. ‘da diyor ki: 

"Ben şimir’i öldürdüm ve başını kestim.

" Muhtar şimir’in başını görünce şükür secdesine kapandı ve daha sonra emir verdi kesik başı süngüye taktırdı ve Küfe camisi’nin giriş kapısına diktirdi. 

3-BECDEL BN SELİM 

Aşura günü o yüzüğünü almak için İmam Hüseyin’in parmağını kesmişti, Muhtar onun önce el parmaklarını, daha sonra ayaklarını kestirdi ve kan kaybından öldü .(12) 

4-HULİ BN YEZİD’İ HASBEHİ 

O Kerbala’nın alçak katillerinden birisidir, görevi İmam’ın kesik başını taşımaktı, aynı zamanda Osman bn. Ali (as) ‘nin katilidir. 

Aşura günü akşama doğru Ömer saad İmam Hüseyin’in kesik başını İbni Ziyad’a götürmesi için ona teslim etti, o Kufe’ye vardığında Hükümet Konağı kapanmıştı, mecburen İmam Hüseyin’in kesik başını kendi evine götüdü ve tencere içerisinde tandıra koyduğunda hanım’ı o tencere içerisinde ne olduğunu sordu. Huli:

"Senin Dünyalığını getirmişim o tenceredeki, Hüseyin bn Ali’nin başıdır."Dediğinde hanımı feryat ederek:

"Vay olsun sana; Millet evine kazanç getiriyor sen ise, Peygamber’in oğlunun başını getiriyorsun.)

Diyerek ağladı. Evi terk eden Huli’nin hanımı baktı ki tandırdaki tencereden saçan Nur Göklere Bağlanmış ve diyor: 

"And olsun Allaha ki sabaha kadar beyaz Güvercin'leri gördüm ki Tencerenin etrafında uçuşuyorlardı.

"Günün aydınlanmasıyla, Huli İmam Hüseyin’in kesik başını hükümet konağına götürerek İbni ziyad’a teslim etti. 

Muhtar, kıyam ettiği zaman Ebu Ömer isimli komutan’ını Huli’yi yakalamakla görevlendirdi, Ebu Ömer ve askerleri Huli’nin evini ablukaya aldılar, Ebu Ömer evin içerisine girerek arama yaptı ve hanımından Huli’yi sordu, bilmiyorum. 

Diye cevap aldı ama gözü ile tuvaleti işaret etti, Tuvalette Huli yakalandı, Muhtar'a haber verildi ve kendisi gelerek bizzat evinin önünde boynunu vurdurdu ve cesedi kül oluncaya kadarda oradan ayrılmadı . 

5-SİNAN BN ENES 

O kerbelanın önde gelen canilerindendi. 

İmam Hüseyin’ in şahadetinden sonra çadırlarına saldırdı, ateşe verdi, İmamın ömrünün son anlarında göğsüne hançer sapladı. Bir rivayete göre de İmamın başını kesti.(16) 

Yakalandıktan sonra el ve ayakları kesilerek kaynayan yağ kazanına attırıldı. 

6-HEKİM BİN TÜFEYİL, HZ.EBÜLFEZLİ ABBAS’IN KATİLİ 

O kerbela katillerinin ela başlarındandır. İmam Hüseyin’i oklayanlardandı. 

Hz .Ebülfezli Abbas’ı şehit etti, kılıcını ve elbisesini yağmaladı. Abdullah bin Kamil, Muhtarın emriyle onu yakaladı ve ok yağmuruna tutarak öldürttü.(17) 

Elleri bağlı olan Hekime sordu: 

"Sen mi Hz.Abbas’ın Elbiselerini yağmaladın?" 

Sen, Hz. Abbas’ın şahadetinden sonra elbiselerini soydun ama ben seni sağ iken soyacağım tekrar sordu: Sen mi; Hüseyin’i okladın? 

Cevap verdi:

Evet, 

ama benim attığım ok ona zarar vermedi sadece elbisesini yırttı.Ona denildi ki: 

"Sen Hüseyin’i nasıl ok yağmuruna tuttuysan aynı şekilde öldürüleceksin." Ve üç taraftan ok yağmuruna tutularak öldürüldü. 

7-UBEYDULLAH BN ZİYAD 

Muhtar Kufe’ye hâkim olduktan sonra, Malik Ejder’in oğlu İbrahim Ejder’i ibni Ziyad’la savaşmaya görevlendirdi, savaş sırasında İbrahim Ejder bizzat ibni Ziyad’ı ele geçirmek için fırsat kolluyordu, safları yararak ona ulaşmaya çalışıyordu çok geçmeden ibni Ziyad’ı önünde buldu, Aslan gibi ibni Ziyada saldırdı ve tek kılıç darbesi ile belinden ikiye böldü, tarih diyor ki: İbni Ziyad’ın parçalanmış cesedi atının ayakları altına düştü başı kesilen hayvan gibi hırlıyordu. (19) 

İbrahim Ejder: 

"İbni Ziyadı öldürdüm." 

Diye Nara Atmaya başladı, bu vaka hicretin 67 yılında meydana geldi ve İbrahim Ejder 29 yaşında idi, İbrahim Ejder ibni Ziyadın başını kestirdi ve bedenini yaktırdı. (22) 

Sonra :

(Allah! a şükürler olsun ki ;İbni Ziyad benim kılıcımla öldü diye dua etti.) 

İbni Ziyad’ın başını Muhtara getirdiklerinde, Muhtar yerinden kalktı ve ayağını İbni Ziyad’ın başının üzerine koydu ve sonra ayakkabısını çıkararak dedi: "Bu ayakkabıyı suya çekin ve paklayın çünkü necis oldu.

" İbni ziyadın başını Kufenin giriş kapısına astırdı. daha sonra onun ve Kerbela katillerinin bir çoğunun başlarını Medine’ye İmam Zeynel Abidin (as) ve Muhammedi Hanafiye’ye gönderdi. (23) 

Kesik başlar Medine’de İmama geldiğinde ,Babasının katillerinin başlarını görünce ellerini dua’ya açarak: 

(Allah(cc)a şükürler olsun ki benim düşmanımdan intikamımı aldı Allah’ım Muhtara çok hayır ver.) dedi. (24) 

Sevinçle dostlarına dönerek :

(Bizi İbni Ziyadın huzuruna götürdüklerinde o sofra başında oturmuştu o zaman dua etmiştim ki: 

"Allah’ım bana ölmeden İbni zıyadın kesik başını görmeği nasip et, ve Allah (cc) dua’mı kabul etti ve Allah’a(cc)binlerce şükürler olsun ki bu günü bana gösterdi." (25) 

8-HERMELE 

Şeyh Tusi amali kitabında yazıyor ki: 

İmam Zeynul Abidin (as) dostlarından olan Minhal anlatıyor: "Mekke’de Kâbe’yi ziyaret ettikten sonra Medine’ye gittim İmam’ın huzuruna vardığımda bana: 

Ey Minhal Hermele’den ne haber var? Diye sordu arzettim: "Yabne Resulullah Küfe’den ayrıldığımda yaşıyordu.

"İmam her iki elini dua’ya kaldırarak: 

"Allah’ım kılıcın yakıcılığını ona tattır.

" üç defa aynı cümleyi tekrarladı. 

Affetme, bağışlama ve hatadan geçme özelliklerine bakılırsa bu bedduayı yaptığına göre Hermele’nin Ehlibeyt’e ne acılar yaşattığını anlamamız mümkündür. 

Ebu Mahnet İmam’ı Muhammed Bakır (as) nakleder ki: 

Aliasğer (as) İmam Hüseyin’in kucağında Hermele’nin oku ile boğazı parçalandığında, İmam Aliasğer’in boğazından akan kanı ellerine toplayarak havaya attığı zaman şöyle beddua etti: Ey Rabbim bizim intikamımızı bu zalimlerden al.) (27) 

Minhal diyor: 

İmamı ziyaretimden sonra Küfe’ye gittim. 

Küfe’ye vardığımda, Muhtar Kerbela katillerini teker teker ve gruplar halinde temizliyordu, Muhtarla eskiden beri dostluğumuz ve arkadaşlığımız vardı, dolayısı ile ziyaretine gittim ve bana dönerek: 

"Minhal şimdiye dek neredeydin niye bizi görmeye gelmedin ve bizimle olmadın diye sordu?" 

Mekke ziyaretine gitmiştim ve Medine’de İmam Zeynel Abidin’le görüştüğümü ona anlattım, konuşarak kenase mahallesine doğru geldik, Hermele’nin saklandığı mahalle idi, askerler hemen aramaya başladılar ve çok geçmeden birisini sürükleyerek getirdiklerini gördüm, evet o Hermeleydi, Muhtar Hermeleyi görünce; 

"Allah’a şükürler olsun ki elime düştün.

" Hemen cellâtları çağırttırdı ve Emir verdi: 

"Önce Ellerini kesin çünkü o eller üç defa ok atmıştır, ilk defasında Aliasğer’in boğazına, İkincisinde Hz. Ebulfezl’in gözüne, ve en sonunda ise imam Hüseyin’in göğsüne.

" Sonra ayaklarını kestirdi ve daha sonra ateş getirin diye seslendi. 

Minhal diyor: "Hayretlerle; Suphanallah! Dediğim de"Muhtar sordu:

Bu cümlenin anlamı nedir? 

Bende İmam Zeynel Abidin’in (a.s) bedduasını söyledim Muhtar: 

"Beddua’yı imamdan kendi kulağın lamı duydun? 

" Evet dedim. 

Muhtar atından inerek iki rekat şükür namazı kıldı ve son secdesini çok uzattı, secdeden kalkarak atına bindi oradan uzaklaştı ki o zaman Hermele’nin cesedi kül olmuştu.

1-Bihar-ul Envar c45/374

2-Bihar-ul envar c45/374

3-Luhuf4-Bihar-ul envar c.45/374.

5-luhuf/1835-

6-Bihar-ul envar c.45/59–60.

7-luhuf/1/836-

8-Bihar-ul envar c.45/377

9-Taberi c.8,s.67-Bihar-ul envar c.45/377-Kamil, c.4/241

10-Bihar-ul envar c.45/37910-Taberi c.6/53

11-Taberi c.6/33811-Taberi c.6/374

12-Taberi c.6/376

13-Taberi c.6/67-337

14-Taberi c.7/369

15-Taberi c.8/671-kâmil bn esir c.4/240

16-Kamil bn Esir c4/78

17-Bihar-ul Envar c.45/375

18-Taberi c.8/657

19-Taberi c6/90

20-Tebri c.6/90

21-Bihar-ul envar c45/383

22-Ensab-ul Eşraf c.6/426

23-Bihar-ul Envar c.45/383

24-Bihar-ul envar c.45/386

25-Bihar-ul Envar c45/386

26-Kamil bn Esir c.3/516

27-Taberi c5/448

Kerbelâ'nın intikamını alan Muhtar es-Sakafî kimdir?

Muhtâr es-Sekafî, Emevî diktatörlüğüne başkaldıran, Zübeyrîlerin oyunlarını bozan bir halk kahramanıdır. Ali dostları, o kasvetli ortamda, sadece onun 1,5 yıllık iktidarı döneminde nefes alabilmişlerdir.



Abdulkadir ÇUHACIOĞLU



Özet: Tarih boyunca, Allah'ın Rasûlü (s.a.a.)'den sonra toplumlara önderlik edecek olan çekirdek kadrodan halkın istifadesini önlemek için, akla gelebilecek her yola başvurulmuştur. Bunlardan biri de Muhtâr es-Sekafî'nin hadis vaz'ının öncülerinden olduğuna ve bunun yanında, kendisinin nübüvvet iddiasında bulunduğuna ilişkin suçlamalardır. Bu makalemizde, her iki konuyu etraflıca ele alacak, bu iddialara kaynaklık eden delilleri metin ve senet yönüyle inceleyeceğiz. Neticede, mezkûr iddiaların, hem Muhtâr'ı ve onun şanlı kıyamını karalamak, hem de bu arada insanların Allah Rasûlü'nün gerçek vârislerinden yararlanmalarını önlemek maksadıyla, onun siyâsî rakipleri tarafından ortaya atılmış asılsız dedikodulardan ibaret oldukları anlaşılmaktadır. Araştırmalar, bu türden iddiaların, bilhassa Zübeyrîlerin başının altından çıkmış olabileceğini göstermektedir.

Anahtar Kelimeler: Muhtâr, Sakif, Hadis, Vaz', Zübeyrî, Nübüvvet, Kûfe, Kezzâb, Şîa.



Giriş

Allah'ın Rasûlü (s.a.a.) bu dünyadan göçüp gitmeden önce, bizlere önderlik edecek gerçek vârislerini ilan edip tanıtmıştır. Onların izinden gittiğimiz sürece, asla yoldan çıkmayacağımızı ifade buyurmuş, herkesi onların gemilerine binmelerini tavsiye etmiştir. İlmin kapısı olarak bize onları göstermiştir. Ne var ki, şeytanlar her vakit iş başındadır. Tarih boyunca, başta Mü'minlerin Emîri Hz. Ali Efendimiz (a.s.) olmak üzere, bütün Ehl-i Beyt önderlerini halk nezdinde itibarsızlaştırma kampanyaları yürütülmüştür. Zâlimler ve münâfıklar, bu noktada İblîs'e rahmet okutacak türden dâhiyâne planlar hazırlamışlar; halkların, onların etrafında toplanmalarını önleyecek, ilim pınarlarından doyasıya içip yararlanmalarına mani olacak türlü tuzaklar kurmuşlardır. Kuşkusuz, bunlardan birisi de Muhtâr es-Sekafî'ye yönelik ağır ithamlardır.

Buna göre, Muhtâr es-Sekafî hadis vaz'ının öncüsüdür. Tarihte hadis uydurma faaliyetleri, evvelâ onun eliyle başlamıştır. Muhtâr bununla da kalmamış; sonunda nübüvvet iddiasında bulunmuştur.

Esasen bu iddia, Ali dostlarını karalamaya dönük iddiaların ilki olmadığı gibi, sonu da değildir. Şîa, sürekli "hadis uydurma faaliyetlerini başlatan taraf" olmakla suçlanmıştır.[1] İbn Şihâb ez-Zührî'nin "Hadis bizden bir karış boyunda çıkar. Kûfelilere vardı mı, bir zirâ[2] oluverir!"[3] dediği, yine Mâlik b. Enes'in Kûfe'yi "hadis darphânesine" benzettiği[4] belirtilir. Hatta "Kûfeli Şiîler, Ali ve Ehl-i Beyt'in fazîletleri hakkında 300 bini aşkın hadis uydurmuşlardır!"[5] İbn Teymiyye "Râfızîlerin, İslâmî fırkaların en yalancısı" olduğunun altını çizip, bunu "ulemânın ittifakı"[6] ile adam akıllı perçinlemiştir! ...

Ehl-i Beyt dostlarını bu şekilde yerden yere çalan Ehl-i Sünnet hadisçileri, her nedense Muâviye'nin, Yezîd'in ve Mervân'ın dostları hakkında olumsuz tek kelime etmezler! Hadis uydurma faaliyetleri konusunda Zübeyrîlerin katkıları üzerinde hiç durmazlar!

Oysa hadis uydurma faaliyetlerinin hız kazandığı dönem, kuşkusuz Emevîler dönemidir. Bu dönemde gerek Ümeyye oğulları ve gerekse Zübeyr oğulları, hem ortak düşmanları Hz. Ali ve taraftarlarını karalamak, hem de birbirlerini hırpalamak için, bu konuda âdeta birbirleriyle yarışmışlardır. Sünnî hadis külliyâtında; Halîfe Ebûbekir, Halîfe Ömer ve Halîfe Osman'ın menâkibi hakkında, Amr b. el-Âs ile Muâviye'nin ve onların hüküm sürdüğü Şam topraklarının faziletleri konusunda tonlarca hadis bulunmaktadır. Bunları da mı Kûfeli Şiîlerin üzerine yıkacağız?

Buhârî ile Müslim'in Sahihlerinde bulunan İsrâîliyyât haberleriyle, Allah'ı teşbih ve tecsimle suçlayan rivâyetler de mi, Kûfe darphânesinde gecenin bir yarısı basılıp gündüz piyasaya sürülmüşlerdir?

Üstelik Ali b. Ebî Tâlib'in içinde yer aldığı bütün gruplaşmalarda, Cemel, Sıffîn ve Nehrevân muhârebelerinde, hak ve hakikatin Ali b. Ebî Tâlib ile birlikte olduğu, Ali'nin bu olayların hepsinde haklı bulunduğu, Ehl-i Sünnet âlimlerinin de kabûlüdür.[7] Durum böyleyken, zaten haklı durumda bulunan Ali dostları, neden hadis uydurma gereği duysunlar? Bu insanların akıllarından zoru mu var? Zaten haksız ve âsi olmaları yanında, yönetimi ele geçirmek için "her yolu" meşrû sayan, bu yolda on binlerce masum insanın kanını dökmeyi rahatlıkla göze alan Muâviye ve dostlarına yakıştırılamayan bu çirkin davranış, Ali ve dostlarına nasıl revâ görülür?

Ortada bir yalancı varsa, onun izini Şam'da ve Hicaz'da sürmek, onu Emevîler ile Zübeyrîler arasında aramak; bu arada hadis basan darphaneleri de oralarda bulmak daha mantıklı olsa gerektir.

Bununla, bizim Şîa'yı hadis uydurma faaliyetlerinden bütünüyle tenzih ettiğimiz ve onların bu işe bulaşmadıklarını düşündüğümüz anlaşılmamalıdır. Hemen her fırkada olduğu gibi, maalesef Şiîler de bu işe bulaşmışlardır. Ehl-i Beyt dostlarının arasına sızan kimi "maskeli" Şiîlerin, bilhassa İmam Bâkır ile İmâm Sâdık (a.s.) üzerinden binlerce hadis uydurmuş oldukları, târihî bir gerçektir.[8]

Şîa'nın bu noktada bir rahatsızlığı yoktur. Onları üzen tek şey, Ehl-i Sünnet kardeşlerinin kendilerini "ilk hadis uyduran tâife" olarak lanse etmeleridir. Buna rağmen Şîa, karşı atağa geçerek, Ehl-i Sünnet kardeşlerini "hadis uydurma faaliyetini başlatan taraf" olmakla suçlamamışlardır.





Hadis uydurma faaliyetlerinin ne vakit, kimlerin eliyle başladığı tartışmalarını, şimdilik bir başka yazımıza havâle ediyor, Muhtâr es-Sekafî konusuna dönüyoruz.

Muhtâr es-Sekafî kimdir?

Muhtâr es-Sekafî, aslen Tâif'in Sakîfe kabîlesindendir. Sahâbeden Ebû Ubeyd b. Mes'ûd es-Sekafî'nin oğludur. "Ebû İshâk" künyesiyle de tanınan Muhtâr, hicretin ilk yılında dünyaya geldi. Hadis terminolojisiyle ifade etmek gerekirse, o küçük yaşta bir muhadram'dır.[9]

13 yaşlarında babasını kaybeden Muhtâr'ı, ilk olarak, -olumsuz bir anlatımla- İmam Hasan (a.s.)'ın Medâin yakınlarında bir suikast sonucu yaralandığı günlerde siyâset sahnesinde görüyoruz. Yalnız İmamı evinde bir süre ağırlayıp tedavi ettiren Medâin Vâlisi Sa'd b. Mes'ûd es-Sekafî, Mü'minlerin Emîri Hz. Ali Efendimizin de halis dostlarından birisidir ve Muhtâr'ın amcasıdır.

Kimi kaynaklarda[10], o sırada Muhtâr'ın, amcasına Hz. İmam'ı Muâviye'ye teslim ederek, buna karşılık ondan "para ve ikbal" talep ettiği belirtilir. Ancak bu anlatılanlar oldukça şâibelidir.[11]

Muâviye döneminde, sahâbeden Hucr b. Adiy ve arkadaşları aleyhine tanıklıktan kaçınan[12] Muhtâr, İmâm Hüseyin (a.s.)'ın elçisi Müslim b. Akîl'i, Kûfe'ye varır varmaz kendi evinde sakladı ve onun evi, âdetâ Müslim b. Akîl'in karargâhı hâline geldi.[13] Müslim'in Kûfe'ye ayak bastığı ilk günden itibaren onunla birlikte hareket eden Muhtâr, kısa sürede tutuklanıp hapse atıldı.[14] O nedenle, Müslim b. Akîl'in idamına mani olamadı ve İmâm Hüseyin (a.s.)'ın 72 yâreniyle birlikte Kerbelâ'da hunharca katledildiği sırada, o Kûfe Vâlisi Ubeydullâh b. Ziyâd'ın zindanlarında mahkûm idi.

Eniştesi (kız kardeşi Safiyye'nin kocası) Abdullâh b. Ömer'in Yezîd'den ricası üzerine serbest bırakıldı.[15] Kûfe'de üç günden fazla kalmasına izin verilmeyen Muhtâr, Hicaz'a hareket etti. Mekke'de, o günün siyâsal konjonktürü gereği, ortak düşmanları olan Yezîd'e karşı Abdullâh b. Zübeyr ile birlikte hareket etti.[16]

Yezîd'in ölümünden sonra Kûfe, Abdullâh b. Zübeyr'in yönetimine geçti. Yezîd'in ölümünden 6 ay kadar sonra İbn Zübeyr ile yollarını ayırarak Kûfe'ye dönen Muhtâr, Muhammed b. el-Hanefiyye'nin "bilgisi ve izni dâhilinde"[17], Kerbelâ katillerinin peşine düşüp İmâm Hüseyin (a.s.)'ın intikamını almak üzere kıyama hazırlanıyordu. Ki, tam o sırada Tevvâbîn[18] hareketi baş gösterdi.

Muhtâr, Tevvâbîn hareketinin yersiz ve zamansız, üstelik plansız ve programsız olduğuna inanıyordu. Hareketin lideri Süleymân b. Surad'ı "bilgisiz ve basiretsiz" olarak görüyor, onun bu yaptığının apaçık "intihar" olacağını belirterek, dostlarını uyarıyordu.[19] O yüzden Tevvâbîn'e katılmadı. Ancak hareketi baltalamış olmamak için, kendi hareketini bir süreliğine ertelemeyi daha uygun buldu.

Böylelikle Kûfe'nin Şiîleri ikiye bölündü. Çoğunluk Süleymân b. Surad'ın yanında yer aldı.[20]

Abdullâh b. Zübeyr'in Kûfe vâlisi Abdullâh b. Yezîd el-Hatmî, Süleymân b. Surad hareketine "mâlî destek sunmak"[21] sûretiyle, hareketi destekliyor izlenimi veriyordu. O bununla Kûfeli Şiîlerin bertaraf edilerek, ileride başına belâ olabilecek bir düşmanının ortadan kalkmasını planlıyordu.

Doğrusu, Muhtâr yeni Kûfe vâlisi için Süleymân b. Surad'dan daha büyük tehlike idi. Vâlinin oyununu her an bozabilirdi. O yüzden, bu defa Abdullâh b. Zübeyr'in Kûfe vâlisi tarafından, ikinci kez hapse mahkûm edildi.[22]

Muhtâr'ın dediği gibi de oldu. Ubeydullâh b. Ziyâd, Tevvâbîn hareketine çok ağır darbe indirdi. O gün geri çekilip kaçanlar dışında, kimse hayatta kalmadı. (h. 65)[23]

Abdullâh b. Zübeyr Kûfe vâlisini geri çekerek, yerine Abdullâh b. Mutî' el-Adevî'yi gönderdi. Eniştesi İbn Ömer'in araya girmesiyle, ikinci kez tahliye edilen Muhtâr[24], Kûfeli Şiîleri tekrar etrafında toparlayarak biat aldı ve Peygamber evlatlarının intikamını almak üzere kıyamı başlattı. (Muharrem h. 66). Mü'minlerin Emîri Hz. Ali Efendimizin (a.s.) sağ kolu olan, kendisinin en has dostlarından Mâlik el-Eşter'in oğlu İbrâhim'i de yanına alan[25] Muhtâr, Kûfe yönetimini kısa sürede ele geçirdi. Şimdilik İbn Zübeyr'i karşısına almayı düşünmediğinden, aralarında geçmişe dayalı özel arkadaşlık hukuku bulunan yeni Kûfe vâlisinin, şehri gizlice terk etmesine göz yumdu.[26]

Kûfe hâkimiyetinin ardından Irak, İran, Kafkas ve Horasan'ın çeşitli bölgelerine temsilciler atayan, muhtelif yerlere ordular sevk eden[27] Muhtâr, Kerbelâ kâtillerinin peşine düştü. Sâbık Kûfe vâlisinin eteğinin altında saklanan cânîler, birer birer yakalanıp idam edildi. Temizlik harekâtından kurtulup kaçan kâtiller, Abdullâh b. Zübeyr'in Basra vâlisi, kardeşi Mus'ab b. Zübeyr'e sığındı.[28]

Kûfe ve civarında kazandığı zaferlerle iyice güçlenen Muhtâr, İbn Ziyâd'ın büyük bir orduyla üzerine doğru gelmekte olduğunu görünce, Abdullâh b. Zübeyr'i bir süre oyalamaya çalıştı.[29] İbn Zübeyr, Muhammed b. el-Hanefiyye ile birlikte bir grup Hâşimî'yi, Kâbe yakınlarında bulunan Zemzem odasına hapsederek, kendisine biat etmedikleri takdirde, odayı ateşe verip yakmakla tehdit etmişti. Muhtâr, Ebû Abdullâh el-Cedelî komutasında bir grup fedaiyi derhal Mekke'ye göndererek, onları İbn Zübeyr fitnesinden kurtardı.[30]

İbrâhîm b. el-Eşter komutasında gönderdiği orduyla İbn Ziyâd'ı bozguna uğratan Muhtâr, bu defa Mus'ab b. Zübeyr'in kesif ordusuyla karşılaştı. Ordusunun dağıldığını görünce saraya sığındı. Su ve yiyecek yolları kesilerek[31] teslim olmaya zorlanan Muhtâr, etrafındakilerin Mus'ab'ın vereceği karara güvenerek teslim olmaları akabinde, 19 can yoldaşıyla yapa yalnız kaldı. Kalan arkadaşlarıyla birlikte, düşmanlarla yiğitçe çarpışarak şehit düştü.[32]

Kûfe'nin kontrolünü tamamen ele geçiren Mus'ab, teslim olan 6-7 bin kişinin, teker teker hepsinin boynunu vurdurdu! (h. 67)[33]

Muhtâr şehit düştüğünde tam 67 yaşındaydı. Onun liderliğinde kurulan Kûfe merkezli İslâm devleti, yaklaşık 1,5 yıllık hâkimiyetin ardından târih sahnesinden çekildi.

Ehl-i Sünnet âlimleri Muhtâr es-Sekafî hakkında şu iddialarda bulunurlar:

Muhtâr, evvelâ Hâricîlerden idi. Sonra Zübeyrî, daha sonra da Râfızî oldu![34]

Muhtâr'ın önceleri "Hâricî" olduğuna dâir en küçük bir kayıt yoktur. O öteden beri, yüreği Ali sevgisiyle çarpan, Ehl-i Beyt dostu bir yiğittir. Ona, olup bitenleri sadece zâhire göre, rûhuna ve özüne inmeden değerlendirenler "Zübeyrî" diyebilir. Halbuki onun Abdullâh b. Zübeyr ile ittifakı geçici ve siyâsî taktik gereğidir. Olaylar dikkatlice incelenirse, bu gerçek rahatlıkla görülebilir.[35]

"Râfızî" deyimiyle, onun Hz. Ali b. Ebî Tâlib'in ve temiz evlatlarının imâmet ve velâyetine inandığı kastediliyorsa, bize göre bu zaten doğrudur. Yaşayıp yaşattıkları bunun en açık delilidir.

"Sebeiyye" tâifesinin elinde oyuncak olmuştur![36]

"Sebeiyye", tarihte "İbn Sebe adında birisinin yaşadığı" varsayımına dayanan bir olgudur. Oysa "İbn Sebe" adında birisinin yaşayıp yaşamadığı bilimsel açıdan oldukça tartışmalıdır. Yani kendisinin tamamen "hayal ürünü" olması kuvvetle muhtemeldir. Öte yandan "Halîfe Osman dönemini karıştıran ve Hz. Ali (a.s.) ile Âişe annemizi birbirine düşüren, Şiî inançlarının mûcidi, Yahûdî dönmesi, fitneci İbn Sebe" tasviri, "Seyf b. Ömer" adlı bir düzenbazın hayal ürünüdür.[37]

Muhtâr, halkı Muhammed b. el-Hanefiyye'nin imâmetine yahut mehdîliğine davet etmiştir![38]

Muhtâr'ın "Muhammed b. el-Hanefiyye" ile yakın temas halinde olduğu tarihen sabittir. Ancak bu "onun imametine inandığı" anlamına gelmeyeceği gibi, "mehdîliğini iddia ettiğini" de göstermez. Kaldı ki, o günler gayet sert, kasvetli günlerdir. Ortada, daha birkaç yıl önce, Peygamber evlatlarının hunharca katleden, zâlim, gözü dönmüş bir rejim vardır. Zübeyr oğullarının da onlardan geri kalır bir yanı yoktur. Böyle bir dönemde siyaset yapmak ve yapacağınız siyasetin meyvelerini toplamak istiyorsanız, çok dikkatli olmalısınız. Yazışmalarınız her an düşmanın eline geçebilir ve hareketiniz, daha ilk günden akamete uğrayabilir. O yüzden üstü kapalı sözcüklerle, şifreli yazışmalısınız. Şayet Muhtâr'ın "Muhammed b. el-Hanefiyye" için "mehdî" sözcüğünü kullandığı doğruysa, bu ancak o şekilde değerlendirilebilir.

Kaldı ki, Muhtâr'ın "Muhammed b. el-Hanefiyye" için, genelde المهدي ابن الوصي "Vasî oğlu Mehdî" tabirini kullandığı[39] görülmektedir ki, bizler bunda bir yanlışlık göremiyoruz. "Mehdî" yol rehberi, kılavuz demektir. Dolayısıyla, Muhtâr'ın bununla, kıyamete yakın bir zamanda dönecek ve yeryüzünü adaletle dolduracak olan İmam Mehdî el-Muntazar (a.f.)'ü kastettiğini söylemek zordur.

Muhtâr, "bedâ" inancına sâhiptir![40]

Bedâ inancı, Kitap ve sünnet ile sabit olan bir hükümdür. Biz öyle inanıyoruz.[41] Muhtâr, Ehl-i Beyt öğretilerine bağlı birisi olduktan sonra, bunun neresinde gariplik var?

Muhtâr, "Keysâniyye"[42] ve "Muhtâriyye"[43] fırkalarının kurucusudur

Firak tarihi yazarları, "72 fırka" hadisinde yer alan 72 sayısını bire bir tutturabilmek için fırka uydurmaya ve uydurdukları fırkaların içini aslı esası olmayan hayalî dedikodularla doldurmaya pek heveslidirler! Bu tür çabalar, Müslümanları bölüp parçalamaktan ve aralarında düşmanlık tohumları ekmekten başka, hiçbir amaca hizmet etmeyen talihsiz girişimlerdir.

"Keysâniyye", "Keysân" sözcüğüne nispeten oluşturulmuş bir isimdir. Muhtâr'a bu adın izafe edilmesinin başlıca iki nedeni olabilir: Birincisi, rivayete göre, İmâm Ali (a.s.), Muhtâr'ı çocukken dizine oturtmuş başını okşarken, ona يا كيس يا كيس şeklinde[44] hitap etmiştir.[45] Görüldüğü gibi, Muhtâr hakkında, iki defa "Keys" demiştir. Arap dilinde "iki keys", كيسان "Keysân" sözcüğüyle ifade edilir.

İkincisi, Muhtâr'ın sözü özü bir olan, sâdık bir dostu vardı. Aslen İranlı olan bu kişi, "Ali" sevgisiyle yoğrulmuştu. Muhtâr'ın kıyam ettiği günlerde sürekli birlikte hareket ettiği kişinin adı da "Keysân" idi.[46] Dolayısıyla, sâdık arkadaşına bağlılığını ifade etmek üzere, bu sözcük kullanılmış olabilir.

Yeryüzünde, Muhtâr'ın "peygamber" olduğuna inanan birilerinin varlığına şâhid olan kimse yoktur.

Sonuçta, tarihte bu adları taşıyan bir fırkanın izini bulmak mümkün değildir.

Muhtâr, yalancıdır ve sapığın tekidir. Ünlü Haccâc-ı Zâlim'den daha beterdir. Nübüvvet iddiasında bulunmuştur. Ondan hadis almak doğru değildir![47]

Oysa Muhtâr'ın yalancılığı, sahtekârlığı kuru bir iddiadan ibarettir. Bunun sebebi ön yargıdır. Bugüne dek, onun sapıklığına dair, somut tek bir örnek göstermek mümkün olmamıştı. Haccâc, Ümeyye oğullarının iktidarını sağlamlaştırmak için, suçsuz günahsız tam 120 bin kişinin kafasını kesmiştir.[48]"Haccâc'tan beter" olan Muhtâr, suçsuz yere kimin kafasını kesmiştir? Onun, Kerbelâ kâtillerinin kafalarını kestiği elbette doğrudur. Sorun buysa, diyecek bir şey yoktur.

Nübüvvet iddiasını ileride müstakil bir başlık altında ele alacağız.

Hadis alma konusuna gelince; Ehl-i Sünnet hadisçilerinin Muhtâr'ın en yakın dava arkadaşları hakkında verdikleri raporlar, hayli dikkat çekici ve gayet olumludur. Örneğin:

Ebut-Tufeyl Âmir b. Vâsile: Sahâbedendir. Muhtâr'ın sancaktarıydı. Onunla birlikte Kerbelâ kâtilleriyle savaştı.[49] Muhtâr'ın, Mekke'de Muhammed b. el-Hanefiyye ile birlikte hapsedilen Hâşimîleri, İbn Zübeyr'in elinden kurtarmak üzere gönderdiği fedailer arasında o da vardı.[50]

Hz. Ali (a.s.) Efendimizin de özel dostlarından olup, Cemel, Sıffîn ve Nehrevân'da kendisiyle birlikte hareket eden[51] ve "en son ölen sahâbî" unvanıyla bilinen Ebut-Tufeyl, Buhârî ile Müslim dahil, hemen bütün Sünnî hadis külliyatında hadislerine yer verilmiş olan, güzide bir şahsiyettir.[52]

Âmir b. Şerâhîl eş-Şa'bî: Muhtâr'ın Kûfe'de hareketi başlattığı ilk günden itibaren hep yanı başında bulundu.[53] eş-Şa'bî diyor ki: "Rüyamda, sanki gökten inen ve silahlarıyla Hüseyin'in kâtillerinin peşine düşen kişiler gördüm. Biraz sonra Muhtâr indi ve onların hepsini öldürdü."[54]

Buna rağmen, Buhârî ile Müslim dahil bütün Ehl-i Sünnet dünyasının itimadını kazanmış, gayet sika bir hadisçidir.[55]

Ebû Abdullâh el-Cedelî: Muhtâr Kûfe'nin dışına çıktığında yerine onu bırakırdı. Artı, Muhammed b. el-Hanefiyye ile birlikte hapsedilen Hâşimîleri kurtarmak üzere gönderdiği fedailerin başındaydı.[56]

Buna rağmen kendisi hakkında, İbn Hıbbân, Ahmed el-Iclî, ez-Zehebî ve İbn Hacer tarafından "sika" raporu verilmiştir. Üstelik Ebû Dâvûd, Tirmizî ve Nesâî'nin hadis râvîlerindendir.[57]

Ebû Osmân en-Nehdî: Asıl adı Abdurrahmân b. Mel'dir. Muhtâr'ın adamlarındandır.[58] Buna rağmen, Buhârî ile Müslim dâhil, herkesin itimadını kazanmış, gayet sika bir hadisçidir.[59]

Dînâr b. Ömer el-Esedî: Muhtâr'ın adamlarından olduğuna dair rivâyetler var. el-Halîlî bu yüzden onun hakkında "yalancıdır" diyor. Buna rağmen kendisi hakkında Vekî' b. Cerrâh, Ahmed b. Hanbel ve İbn Hıbbân "sika" diyor. ez-Zehebî ile İbn Hacer de buna meyilli görünüyor. Üstelik Buhârî (el-Edebü'l-Müfred'de) ile İbn Mâce'nin hadis râvîlerindendir.[60]

Abdullâh b. Şerîk el-Âmirî: Mekke'de, Muhammed b. el-Hanefiyye ile birlikte hapsedilen Hâşimîleri kurtarmak üzere gönderilen fedailer arasında o da vardı. O yüzden el-Cûzcânî "yalancı" diyor onun hakkında. Buna rağmen Ahmed b. Hanbel, Yahyâ b. Maîn, Ebû Zür'a, Yakub b. Süfyân vb. "sika" diyor. İbn Hacer ise "sadûk" hükmünü veriyor. Artı, İmâm Nesâî'nin hadis râvîlerinden birisi.[61]

Hübeyra b. Yerîm: Muhtâr'ın adamlarından idi. O yüzden el-Cûzcânî "yalancı" diyor onun hakkında. Buna rağmen Ahmed b. Hanbel ile İbn Hacer "Kendisi hakkında bir beis yok" ve İbn Hıbbân "sika" derken, İbn Sa'd, en-Nesâî ve ez-Zehebî sadece hâfıza bakımından iyi olmadığına işaret ediyor. Üstelik Ebû Dâvûd, Tirmizî, Nesâî ve İbn Mâce'nin hadis râvîlerindendir.[62]

Muhtâr'ın en yakın arkadaşları hakkında bu güzel raporları düzenleyen hadisçilerin, konu Muhtâr olunca neden bu kadar acımasız oldukları anlaşılır gibi değildir. Üstelik Muhtâr, nifak ve zorbalıkta birbirleriyle yarışan Emevîler ile Zübeyrîlerden daha mı kötü durumdadır?

Muhtâr, Hz. Ali'den kaldığını söylediği, İsrâîl oğullarının tâbûtuna benzer bir kürsü ihdas ederek, düşmanlarıyla yapacağı savaşlarda uğur getirmesi için onu yanında götürürdü![63]

Bunlar, Muhtâr'ı küçük düşürmek için hasımlarınca uydurulduğu bâriz olan efsânevî haberlerdir.[64]“Muhtâr, hadis uydurma faaliyetlerini başlatan kişidir! Muhtâr, daha da ileri giderek, ‘nübüvvet' iddiasında bulunmuştur!” Evet, bunların yanında, Muhtâr es-Sekafî ile ilgili daha başka uçuk iddialar[65] da yok değil.

Bu iddialar doğru kabul edildiğinde Muhtâr'ın zındık birisi olduğu ortaya çıkar. Ki, İbn Hazm zaten bu yüzden Muhtâr'ın küfrüne hükmediyor.[66]

Sonuçta, bütün bunlar Muhtâr'ın siyâsî düşmanları tarafından ileri sürülen, bilimsel temelden yoksun dedikodulardır.

Muhtâr es-Sekafî, Ali'ye ve Hüseyin'e olan aşırı tutkusu ve Kerbelâ kâtillerinin korkulu rüyası olmaktan öte, ne yapmıştır? Örneğin, ilk dönemden, Muhtâr'ın serüvenini en ayrıntılı aktaran tek kaynak, kuşkusuz Taberî Tarihi'dir. Taberî'nin aktardığı bilgileri sabırla okunup inceleyenler, Muhtâr'ı karalamaya ve böylece onun muhteşem kıyamını kirletmeye yönelik şu dedikodulardan, kürsü masalı dışında hemen hiçbirini, orada bulamayacaklardır.

Bir bakalım; İbn Abdilberr ile İbn Hacer onun hakkında ne diyor:

"Muhtâr, Abdullâh b. Zübeyr'den ayrılana dek fazîlet ehli, hayırlı kişilerden sayılırdı!"[67]

İbnü'l-Cevzî de şunu söylüyor:

"Muhtâr Kûfe'nin denetimini ele geçirdikten sonra, güzel bir yol izledi."[68]

Muhtâr'ın Kûfe icraatını bir güzel hulâsa eden İbnü'l-Esîr, sözlerini şöyle noktalıyor:

"O bu hususta "güzel bir sınav" verdi."[69]

Öyleyse sorun ne? Muhtâr'ın evveliyatı güzel, Kûfe'nin yönetimini ele geçirdikten sonra takip ettiği siyaset de güzel ise ki biz de öyle düşünüyoruz, o takdirde bu saldırıların ve ithamın sebebi ne? Yezîd ve avânesine, Ömer b. Sa'd, Şebes, Şemir vs. Kerbelâ kâtillerini eteklerinin altında saklayan[70]Zübeyrîlere bir parçası bile revâ görülmeyen bu saldırı oklarıyla neden Muhtâr hedeflenir?

Ehl-i Beyt mektebinin tutumu:

– İmâm Ali Zeynelâbidîn (a.s.)'a, Ubeydullâh b. Ziyâd ile Ömer b. Sa'd'ın kesik başları getirildiğinde, secdeye kapanarak şöyle buyurdu:

الحمد لله الذي أدرك لي ثأري من أعدائي . وجزى الله المختار خيرا .

"Beni, düşmanlarımdan intikam aldığım bu güne ulaştıran Allah'a hamd olsun! Allah Muhtâr'ı ödüllendirsin!"[71]

– İmâm Muhammed el-Bâkır (a.s.) şöyle buyuruyor:

لا تسبوا المختار ، فإنه قتل قتلتنا ، وطلب بثأرنا ، وزوج أراملنا ، وقسم فينا المال على العسرة .

"Muhtâr hakkında ileri geri konuşmayın. Çünkü bizi öldürenleri katleden, öcümüzü alan, bekârlarımızı evlendiren ve zor şartlar altında ganimeti bizlere taksim eden odur."[72]

– İmâm Cafer es-Sâdık (a.s.) şöyle buyuruyor:

ما امتشطت فينا هاشمية ولا اختضبت ، حتى بعث إلينا المختار برؤوس الذين قتلوا الحسين ( ع ) .

"Hâşimîlerden hiçbir kadın, Muhtâr Hüseyin (a.s.) öldürenlerin başlarını bize gönderene kadar, ne taranabilmiş, ne de süslenebilmiştir!"[73]

Bu rivâyetlerde bir sorun yok. Bunlara karşılık Muhtâr'ın aleyhinde bazı rivâyetler de var. Örneğin:

"Muhtâr, Ali b. Hüseyin Zeynelâbidîn (a.s.) adına yalan söylerdi!"[74]

"Bizler Ehl-i Beyt olarak sâdık kişileriz. Ancak aramızda bizim adımıza yalan konuşan yalancılar, hiçbir zaman eksik olmamıştır... Hüseyin b. Ali (a.s.) ise Muhtâr ile sınanmıştır!"[75]

İmâm Cafer es-Sâdık (a.s.) hazretlerine isnat edilen bu rivâyetler, hem İmâm'ın bizâtihî kendisinden, hem de sâir İmamlardan (a.s.) sahih yollardan gelen yukarıdaki rivâyetlere aykırıdır.

Diğer yandan, ikinci rivâyet metin itibariyle tutarsızdır. Çünkü Muhtâr'ın Hüseyin (a.s.) âşıklarından olduğu tarihen malumdur. Bir de Muhtâr'ın tarihe damgasını vurduğu yıllar, İmâm Hüseyin (a.s.) değil, İmâm Ali Zeynelâbidîn (a.s.) dönemine tekabül etmektedir.

Çağımızın önde gelen büyük taklit mercilerinden olan Ebul-Kâsım el-Hôî, aleyhteki rivâyetlerin zayıf olduklarını ifade eder.[76] O nedenle, Muhtâr es-Sekafî hakkında Şîa ulemâsının kanaatleri genelde olumludur. İbn Dâvûd el-Hıllî, Şeyh Hasan el-Âmilî ve Seyyid Ali el-Burûcerdî bu kanaatin savunucularındandır.[77]

Kimi rivâyetlere[78] göre, İmam Ali Efendimizin (a.s.) gelecekte "Hüseyin'in intikamını alacağına" dair bir müjdesine de mazhar olan Muhtâr'ı, İmam Sâdık (a.s.)'ın rahmetle andığı[79] belirtilmektedir.

Bu hususta Şîa tarihçileri de genelde olumlu bir çizgi takip eder. Örneğin, ilk ve orta dönem tarihçilerimizden el-Ya'kûbî ile İbn Nemâ'nın yanı sıra; Hüseyin el-Burâkî, Muhsin el-Emîn ve Hâşim Ma'rûf gibi çağdaş araştırmacılar da Muhtâr'la ilgili yüreklere su serpen değerlendirmelerde bulunurlar.

Onların Muhtâr'la ilgili târihî anlatımları kısaca şöyledir:

İmâm Hüseyin (a.s.) Kûfe'ye gönderdiği elçisi Müslim b. Akîl, Kûfe'ye ayak bastığında Muhtâr'ın evine misâfir olur.[80] İbn Ziyâd, Muhtâr'ın İmâm Hüseyin'e yardım edeceğini anlayınca onu hapseder. İbn Ömer'in araya girmesiyle tahliye edilip Hicaz'a sürülür.[81] Ancak hapisteyken, Meysem'den kendisinin buradan kurtulup İbn Ziyâd'ın başını ezeceğine dâir Hz. Ali'nin müjdesini öğrenir.[82]

Mekke'de Abdullâh b. Zübeyr'e sığınan Muhtâr, onun asıl niyetinden ve Ehl-i Beyt âilesine olan kin ve nefretinden elbette habersiz değildi. Buna rağmen o, İbn Zübeyr'le "kendisine danışmadan hiçbir işe kalkışmaması" şartıyla anlaştı. Muhtâr, o gün Ümeyye oğulları karşısında en büyük güç Zübeyrîler olduğundan, Hüseyin'in kâtillerinden ancak bu şekilde hesap sorabileceğini düşünmüş olabilir.[83]

Kûfe'ye dönüş yapan Muhtâr, Tevvâbîn hareketi liderinden daha tehlikeli bulunduğu için, bu defa İbn Zübeyr'in Kûfe vâlisi tarafından tekrar hapsedilir ve yine eniştesinin araya girmesiyle serbest kalır.[84]

Yeniden özgürlüğüne kavuşan Muhtâr, etrafına toplanan Ali sevdalılarına, kendisinin Muhammed b. el-Hanefiyye tarafından, Kerbelâ kâtillerinden hesap sormak üzere gönderildiğini belirtir. Onun bu sözlerine şüpheyle yaklaşan bazı dostlar, durumu teyit için Mekke'ye, İbnü'l-Hanefiyye'nin yanına varırlar. İbnü'l-Hanefiyye onlara şöyle der: "Bizim intikamımızı alan, hakkımızı koparan ve düşmanlarımızı öldüren kimselerden daha sevimlisi var mı? Gidin Muhtâr'a biat edip ahitleşin."[85]

İbrâhîm el-Eşter'in desteğiyle kıyam eden Muhtâr, büyük bir çatışmanın ardından Kûfe'ye hâkim olur ve İbn Ziyâd'ı ağır yenilgiye uğratır.[86] Onun kesik başını İmam Ali Zeynelâbidîn (a.s.)'a gönderir. İbn Ziyâd'ın kesik başını gören İmam Zeynelâbidîn (a.s.) "Allah onu cehenneme yollasın!" buyurur. İmâm (a.s.)'ın babasını kaybettiği günden bu yana, ilk kez o vakit gülümsediği ve bu sevinçle, kendisinin o sırada Şam'dan getirttiği elmaların tümünü Medîne halkına dağıttığı, Kerbelâ fâciasından bu yana yas tutan Hâşimî kadınlarının da ilk defa o gün süslenip tarandıkları rivâyet edilir.[87]

İbn Zübeyr tarafından Mekke'de tutsak edilip biate zorlanan İbnü'l-Hanefiyye, bir mektup yazarak Muhtâr'dan yardım ister. O da Ebû Abdullâh el-Cedelî liderliğinde 4000 fedai gönderir ve tutsakların hepsini kurtarır. İbnü'l-Hanefiyye, "İbn Zübeyr'in bana helal gördüğünü ben ona helal göremem!" diyerek olayın daha fazla büyümesini ve Kâbe'de kan dökülmesini istemez.[88]

Sonunda Abdullâh b. Zübeyr, kardeşi Mus'ab'ı Muhtâr'ın üstüne salar. Yaklaşık dört ay süren zorlu ve yiğitçe mücâdelenin ardından Muhtâr öldürülür. Mus'ab'ın "emanı" üzerine teslim olan saraydaki 7 bin kişi, teslim olduktan sonra, Mus'ab'ın emriyle, teker teker kurban edilir! Muhtâr hakkında güzel beyanlarda bulunan sadakatli eşi Umre de savunmasız bir şekilde idam edilir![89]

Muhtâr es-Sekafî'nin azatlı Acemlerden (mevâlî) destek alarak, onlarla Arapları eşit tutmasının, Araplarca pek hoş karşılanmadığı ve bu durumun milliyetçi unsurlar tarafından onun aleyhine kullanıldığı belirtilir.[90]

İbn Nemâ'ya göre Muhtâr, İmâm Zeynelâbidîn'in seçkin dostlarındandır.[91] Hâşim Ma'rûf'a göre de başarılı bir siyasetçi, tarihî bir kahramandır. O, Muâviye ve adamları gibi, siyasetine nifak bulaştırmamıştır. Onun aleyhinde pek çok yalan haber uydurulmuştur; ama hepsi Emevîler ile Zübeyrîlerin başının altından çıkmıştır.[92]

Kendi döneminde Şîa'nın kutuplarından olan Muhtâr, Muâviye döneminde, büyük tehdit altında olmasına rağmen, sahâbeden Hucr b. Adiy ve arkadaşları aleyhine tanıklıktan kaçınmak sûretiyle, Ehl-i Beyt'e olan bağlılığındaki ciddiyet ve samimiyetini ortaya koymuştur.[93]

Muhtâr'ın İmam el-Bâkır ile İmam es-Sadık (a.s.) tarafından rahmetle anıldığını belirten Hâşim Ma'rûf, İmâm Zeynelâbidîn (a.s.)'a izafe edilen aleyhteki ifadelerin aslının olmadığını ifade eder.[94]

Buradan, Şîa tarihçilerinin, Muhtâr ile ilgili, daha çok Sünnî âlimler tarafından ileri sürülen dedikodulara; husûsen Muhammed b. el-Hanefiyye'nin imâmeti yahut mehdeviyeti mevzuuna ve "kürsü" efsanesine, hiçbir şekilde itibar etmedikleri görülmektedir. Bu durum, anlatılanların onlara göre de Muhtâr'ı karalamak için "uydurulmuş rivâyetler" olduğuna işâret olarak değerlendirilebilir.

Bu noktada Mu'tezile ile Zeydiyye'nin duruşu Ehl-i Sünnet'inkinden farklı değildir. Mu'tezile Muhtâr'ı "yalancı" olarak görür.[95] Zeydiyye'nin de Muhtâr'ın nübüvvet iddiasında bulunduğu dedikodusuna kendilerini kaptırdıkları görülmektedir.[96]

Şimdi Muhtâr'ın hadis vaz'ındaki rolüne ve nübüvvet iddialarına geçebiliriz.

Muhtâr es-Sekafî ve hadis vaz'ı:

Ehl-i Sünnet hadisçilerinin, Muhtâr'ı hadis uydurma faaliyetlerinin başına koyduğunu yukarıda belirtmiştik. Bu iddiaya kaynaklık edebilecek deliller şunlar:

1. İbnü'r-Reb'a'nın anlattığına göre, Muhtâr kendisine "Sen Peygamber (s.a.a.) dönemini görmüş birisisin. Ondan nakledeceğin hadislerde yalan söyleme. Bizi peygamberin (s.a.a.) hadisiyle destekle. Şu 700 dinar da senin olsun!" demiş. İbnü'r-Reb'a Muhtâr'a şu cevabı vermiş: "Peygamber (s.a.a.) üzerine yalan atmanın sonu cehennem ateşidir. Ben bunu yapmam!"[97]

أخبرنا سليمان بن داود الهاشمي ثنا إبراهيم بن سعد أخبرني سلمة بن كثير عن ابن الربعة الخزاعي وكان جاهليا ... فقال له المختار : إنك شيخ أدركت النبي صلى الله عليه وسلم ، ولا تكذب بما حدثت عنه . فقونا بحديث النبي صلى الله عليه وسلم ، وهذه سبعمائة دينار . قال : الكذب على النبي صلى الله عليه وسلم النار ، وما أنا بفاعل .

İbnü'r-Reb'a: “Muhadram” olduğu öne sürülüyor. Buhârî onun hakkında; “Hz. Peygamber dönemine yetişmiştir.” (el-Kebîr) ve “Câhiliyye dönemini görmüştür.” (es-Sağîr) diyor. İbn Ebî Hâtim, Buhârî'nin bu sözlerinden, onun mezkûr kişiyi sahâbe listesine kattığını sanmış. Hemen ardından babası Ebû Hâtim'in onu sahâbeden saymadığını belirtmiş. Bu yanılgıya düşenlerden birisi de İbnü'l-Esîr'dir.[98] Oysa Buhârî onun sahâbeden olduğuna dair tek kelime etmiyor.

Sonuçta onunla ilgili bütün bu varsayımlar, sadece söz konusu rivâyete dayanıyor. Bu durumda, onun sadece “muhadram” olduğu söylenebilir. Bu, tabii ki rivâyetin doğruluğunu kabul edersek böyledir. O yüzden ez-Zehebî “Muhadram olduğu söyleniyor.” diyerek[99], onun muhadramlığına bile kuşkuyla yaklaşmaktadır.

Her hâlükârda durumu hakkında tek kelime yok. Buhârî, İbn Ebî Hâtim, Ebû Nuaym ve İbnü'l-Esîr dışında kimse, onun adını bile zikretmiyor. Örneğin İbn Abdilberr ile İbn Hacer'in sahâbe biyografisine dair kitaplarında bu tarz kişilere de –âdeten– yer verdikleri malumdur. Ama onlar da söz konusu kişiyi anmıyorlar. Yani, İbnü'r-Reb'a tek kelimeyle “meçhul” birisi.

Seleme b. Kesîr: Sadece Buhârî ile İbn Ebî Hâtim onun adına ve kendisinden rivâyette bulunduğu, buradaki şeyhi İbnü'r-Reb'a'ya yer veriyor. Bunun dışında, lehte yahut aleyhte tek kelime yok! Seleme b. Kesîr'i diğer ricâl kitaplarında bulabilenlere de aşk olsun! Yani görünen o ki, bu da “meçhul” birisi.[100]

Kaldı ki, metne dikkat edersek, Muhtâr o kişiyi hadis uydurmaya çağırmıyor. Ondan sadece davasını destekleyen hadisler aktarmasını söylüyor. "Ondan nakledeceğin hadislerde yalan söyleme." sözü bunu gösterir. Adamcağız Muhtâr'ı yanlış anlamışsa, sorun kendisinindir.

2. Ebû Enes el-Harrânî'nin anlattığına göre, Muhtâr hadisçilerden birine "Hz. Peygamber'den (s.a.a.), benim kendisinden sonra halîfe olacağıma ve onun adına çocuklarının intikamını alacağıma dair, benim için bir hadis uydur! Şu 10 bin dirhem, bir hırka, bir binek ve bir de hizmetçi senin olsun!" demiş. Adam şu cevabı vermiş: "Peygamber (s.a.a.)'den asla hadis uyduramam. Ancak sahâbeden istediğini seç. Fiyattan da istediğini düş!" Muhtâr "Ama peygamberden olursa daha etkileyici olur!" deyince, adam da "O vakit bunun azabı daha çetin olur!" cevabını vermiş.[101]

أخبرنا القاضي أبو الحسن علي بن محمد بن حبيب البصري ، قال: حدثنا محمد بن المعلى بن عبد الله الأزدي ، قال : أخبرنا أبو جزء محمد بن حمدان القشيري ، قال : حدثنا أبو العيناء ، عن أبي أنس الحراني ، قال : قال المختار لرجل من أصحاب الحديث : ضع لي حديثا عن النبي (ص) أني كائن بعده خليفة ، وطالب له ثأرة ولده ، وهذه عشرة آلاف درهم وخلعة ومركوب وخادم . فقال الرجل : أما عن النبي (ص) فلا ، ولكن اختر من شئت من الصحابة ، واحطط من الثمن ما شئت . قال : عن النبي آكد ، قال : والعذاب عليه أشد .

Rivâyetin senedi, Hatîb el-Bağdâdî'nin üstâdı Ebul-Hasen Ali b. Muhammed (= el-Mâverdî) dışında, meçhullerle dolu. Haklarında olumlu ya da olumsuz tek kelime bulana aşk olsun!

Bu durum, hadis bilim dalına gönül vermiş herkes için bütün çıplaklığıyla ortadayken; Ebû Hayyân et-Tevhîdî[102], Celâl es-Süyûtî[103], Muhammed Ebû Zehv[104], Ekrem Ziyâ el-Ömerî[105], Mehmet Yaşar Kandemir[106], Mehmet Hayri Kırbaşoğlu[107], Ömer Fellâte[108], Hacı Musa Bağcı[109], Muhammed Accâc el-Hatîb[110], Esmâ Mahmûd el-Hayyâvî[111] vs. kişilerin, mezkûr rivâyete, hiçbir şekilde sorgulamaya tabi tutmadan, gözü kapalı dört elle sarılarak, birilerini ağır töhmet altında bırakmalarını; ilim ahlâkıyla, emânet bilinci ve iyi niyet ile bağdaştırmakta güçlük çekiyoruz.

3. "Muhtâr, kişiye kendi işini destekleyecek bir hadis rivâyet etmesine karşılık, 1000 dinar ve daha azını verirdi!"

كان المختار يعطي الرجل الألف دينار والأقل ، على أن يروي له في تقوية أمره حديثا .

Bu söz, Muhtâr'dan yaklaşık iki yüzyıl sonra yaşayan el-Cûzcânî'ye âittir.[112] Kendisi, Ehl-i Beyt'e hasım oluşuyla tanınan[113] birisi olduğundan, sözünün bizim nezdimizde hiçbir değeri yoktur. Üstelik, bu ağır ithamın aslı esası da yoktur.

4. "Muhammed b. Ammâr b. Yâsir'i Muhtâr katletti. Ondan, babasının üzerinden yalan hadis rivâyet etmesini istedi. Yapmayınca da öldürdü. Babamın böyle söylediğini duydum."

محمد بن عمار بن ياسر ... قلته المختار . وسأله المختار أن يحدث عن أبيه بكذب ، فلم يفعل فقتله . سمعت أبى يقول ذلك .

İbn Ebî Hâtim'in babasından "irsal" yollu aktardığı ve el-Mizzî ile İbn Hacer'in aynen tekrar ettiği[114] bu olayın kaynağını bulmak, bu kula nasip olmadı. Şayet el-Buhârî'nin şu rivâyetine dayanıyorsa, onda buna dair bir açıklık yok:

عن يزيد بن الأصم ، قال : قال لي المختار : هذا محمد بن عمار بن ياسر ، قد أظلني ، فأين أنزله . قال يزيد : فدخلت على محمد فقال : قدمت على رجل ، يفترى على الله ورسوله . ثم رأيته أخرجه ، فضربت عنقه .

Yezîd b. Esam'ın anlattığına göre, Muhtâr kendisine "Şu Muhammed b. Ammâr b. Yâsir bana gölge edip duruyor. Onu nereye sürsem!" demiş. Bunun üzerine Yezîd, Muhammed'in yanına vararak "Meğer Allah'a ve Rasûlü'ne iftira eden bir adamın yanına gitmişim!" demiş ve eklemiş: "Daha sonra Muhammed'i dışarı çıkardı ve boynu vuruldu!"[115]

Muhammed b. Ammâr b. Yâsir "Zübeyrî" idi. Yani Abdullah b. Zübeyr'in hayranlarındandı. O yüzden, Yezîd'in Medine Vâlisi Amr b. Saîd el-Eşdak tarafından Medine emniyet amirliğine getirilen ve kardeşi Abdullah b. Zübeyr'e amansız hasım olan "Amr b. Zübeyr", bir grup Zübeyrî'yi sopalatmıştı. Onların arasında bu Muhammed de vardı.[116]

Belli ki "Yezîd b. Esam" da aynı düşüncede. Üstelik rivâyette, Muhtâr'ın ondan hadis uydurmasını istediğine yer verilmemiş. Sonuçta Zübeyrîler Muhtâr'ın katı hasımlarıdır ve kim bilir, Muhammed b. Ammâr'ı neden öldürmüştür?

Kaldı ki, Muhammed'i katleden Muhtâr değil, "Abdullâh b. Debbâs" adında birisidir.[117]

5. Hz. Ali'nin ashâbından olan "Huzeyme b. Nasr el-Absî", Muhtâr'ın hüküm sürdüğü ve insanların yalana başvurdukları günlerde şöyle demiş: "Allah onların belâsını versin! Onlar nice topluluklara düşman oldular ve nice hadisleri ifsat ettiler!" [118]

شريك النخعي ، عن أبي إسحاق ، قال : سمعت خزيمة بن نصر العبسي أيام المختار ، وهم يقولون ما يقولون من الكذب ، وكان من أصحاب علي : قاتلهم الله ! أي عصابة تشانوا ، وأي حديث أفسدوا .

Huzeyme b. Nasr el-Absî, Muhtâr'ın hâlis dostlarından birisidir.[119] Dolayısıyla, o bu sözüyle Muhtâr ve yol arkadaşlarından ziyade, Muhtâr'ı alt etmek için her çeşit hile ve desiseye başvuran münâfık çeteleri, Zübeyrîlerle Mervânîleri kastetmiş olması kuvvetle mümkündür.

Bununla birlikte, rivâyet [Huzeyme b. Nasr à Ebû İshâk es-Sebî'î à Şerîk en-Neha'î à] kanalıyla geliyor. Şerîk, doğru sözlü olmakla birlikte, hadis naklinde çok hatalar yapabilen birisi.[120]

Üstelik, Huzeyme'nin hadisteki durumuna dair tek kelime eden yok! Yani meçhul birisi.

Hâdise, [Sıla b. Züfer el-Absî à Ebû İshâk es-Sebî'î à Şerîk en-Neha'î à] kanalıyla da rivâyet ediliyor. Bu rivâyete göre sözü söyleyen Huzeyme b. Nasr el-Absî değil, Sıla b. Züfer el-Absî, Sözü de aynen şöyle: "Allah Muhtâr'ın belâsını versin! O nice Şiîleri ifsat etti ve nice hadisleri lekeledi!" [121]

يونس بن أبي إسحاق عن أبيه عن صلة بن زفر العبسي قال : قاتل الله المختار ، أي شيعة أفسد ، وأي حديث شان .

Yûnus, sadûk (doğru sözlü) birisi. Lâkin hadis rivâyetinde gaflete düşüp hatalar yapabiliyor. Yahyâ el-Kattân da bu görüşte. O yüzden Ahmed b. Hanbel "Hadisi muzdariptir.", Ebû Hâtim "Doğru sözlüdür; ancak kendisiyle ihticâc edilmez." diyor.[122]

Bize göre bu rivâyet, bu şekliyle, Ehl-i Beyt dostlarına karşı menfî duygular taşıyan el-Cûzcânî'nin başının altından da çıkmış olabilir. Zira bu rivâyetin orijinali Sahîh-i Müslim'in mukaddimesinde (4. bab); [Ebû İshâk es-Sebî'î à el-A'meş à İbn İdrîs à ...] kanalıyla, şu şekilde yer almaktadır:

ابن إدريس ، عن الأعمش ، عن أبي إسحاق ، قال : لما أحدثوا تلك الأشياء بعد علي رضي الله عنه ، قال رجل من أصحاب علي : قاتلهم الله ، أي علم أفسدوا .

Ebû İshâk es-Sebî'î dedi ki: "Ali (r.a.)'dan bu olmadık şeyleri icat ettiklerinde, Ali'nin ashâbından birisi: ‘Allah onların belâsını versin. Ne muhteşem ilmi ifsat ettiler!'"

Dikkat edilirse, rivâyette "Ali'nin ashâbından birisi" denilmekte, adı zikredilmemektedir.

Müslim'in isnadı gayet sahihtir ve içinde Muhtâr'ın adına yer verilmemiştir.

Kaldı ki, bu nihayetinde sözü dinde hüccet olan birinin sözü değildir.

6. İbrâhîm en-Neha'î diyor ki: "İsnat, Muhtar'ın hüküm sürdüğü günlerde sorulur olmuştur."[123]

جابر بن نوح ، قال : أخبرنا الأعمش ، عن إبراهيم ، قال : إنما سئل عن الإسناد أيام المختار .

Rivâyetin senedinde "Câbir b. Nûh el-Hımmânî" adlı zayıf birisi var. Yahyâ b. Maîn "Bir şey değil", Ebû Dâvûd "Münker'ul-hadîs", Nesâî "Sağlam değil", Yine Yahyâ b. Maîn, Hafs b. Ğıyâs, Ebû Hâtim ve İbn Hacer "zayıf" diyorlar. Kısacası "güvenilir" diyen hiç kimse yok! [124]

7. Hayseme b. Abdurrahmân diyor ki: "Muhtâr'ın dönemine kadar kimse isnat sormazdı. O gün geldiğinde, insanları suçlar oldular."[125]

الهيثم بن عدي ، عن الأعمش ، عن خيثمة بن عبد الرحمن ، قال : لم يكن الناس يسألون عن الإسناد ، حتى كان زمن المختار ، فاتهموا الناس .

Rivâyetin senedinde "Heysem b. Adiy et-Tâî" var. Yahyâ b. Maîn, Buhârî, Ebû Dâvûd, Ahmed el-Iclî ve Zekeriyyâ es-Sâcî; onun hakkında "yalancı" diyorlar. Nesâî ile Ebû Hâtim "metrûk", İbn Seken, İbn Şâhîn, İbn'ül-Cârûd ve ed-Dârakutnî "zayıf" hükmünü veriyor.[126]

Bu son iki rivâyette, neticede hadislerde isnat sorma alışkanlığının "Muhtâr es-Sekafî" döneminde başladığı belirtiliyor. Dolayısıyla, bunda da konumuz açısından Muhtâr'ın aleyhine olacak bir durum görünmüyor.

Kaldı ki, bu konuda meşhur ilk beyan Muhammed b. Sîrîn'e âittir ve o aynen şöyle demiştir:

لم يكونوا يسألون عن الإسناد ، فلما وقعت الفتنة ، قالوا : سموا لنا رجالكم .

"Hadisçiler eskiden isnat aramazlardı. Fitne zuhur edince 'Râvîlerinizin adlarını söyleyin bakalım!' demeye başladılar..." [127]

İbn Sîrîn, isnâdın daha sistemli bir şekilde kullanılmaya başlandığı zamanı tayin etmek maksadıyla söylediği "fitnenin zuhûru" sözüyle, Halîfe Osman'ın öldürülmesi neticesinde, Hz. Ali ile Muâviye arasında cereyan eden olayları kastetmiş olmalıdır. Zaten uydurma hadislerin geniş çapta imal edilmeye başlaması da bu tarihlere rastlamaktadır.[128]

Sonuçta bu rivâyetler, "Muhtâr'ı hadis uydurmak ve uydurtmakla" suçlamak için yeterli görünmemektedir. Eğer ortada hadis uyduranlar ve bunun için kesenin ağzını açıp adam kiralayanlar varsa, onları Ümeyye oğulları ile Zübeyrîler arasında aramak, daha akıllıca olsa gerektir.

Muhtâr es-Sekafî ve "nübüvvet iddiası" mes'elesi:

Muhtâr'ın nübüvvet iddiasında bulunduğunu ileri sürenlerin dayandığı deliller şunlar:

1. Nu'mân b. Suhbân Basra'dan Kûfe'ye geldi. Kendisi Şîa düşüncesini taşıyordu. Bir gün Muhtâr'ın huzuruna vardığında, Muhtâr kendisine; "Burası Cibrîl'in oturduğu yer. Az evvel buradan kalktı!" dedi. Bunun üzerine Nu'mân ve arkadaşları ayaklanıp onunla savaştılar ve hepsi öldürüldüler.[129]

أحمد بن إبراهيم حدثنا وهب عن أبيه عن عدة حدثوه : ... فخرج النعمان بن صهبان الراسبي من البصرة ، وكان يرى رأى الشيعة ، حتى قدم الكوفة ، فدخل على المختار ذات يوم ، فقال له المختار : هنا مجلس جبريل ، قام عنه آنفا ! فخرج النعمان وأصحابه فقاتلوه ، فقتلوا اجمعين .

Nu'mân b. Suhbân er-Râsibî, Zübeyrîlerle aynı safta, İmam Hüseyin'in katilleriyle birlikte Muhtâr'a karşı savaşırken öldürülmüştür.[130] Böyle birisinin "Şîa düşüncesini taşıdığı" söylenebilir mi?

Kaldı ki, açıkça görüldüğü üzere, rivâyetin senedinde meçhul kişiler var.

2. Saîd b. Vehb'in anlattığına göre, Abdullâh b. Zübeyr'e "Muhtâr kendisine vahiy geldiğini iddia ediyor!" dendiğinde, "Doğru!" demiş, ardından şu ayeti okumuş: "Şeytanların kime indiğini haber vereyim mi? Onlar her günahkâr iftiracıya inerler!" [Şuarâ: 221-222][131]

عن سعيد بن وهب ، قال : قيل لابن الزبير : إن المختار يزعم ، أنه يوحى إليه ! قال : صدق ، ثم قرأ : هل أنبئكم على من تنزل الشياطين . تنزل على كل أفاك أثيم .

Rivâyette, Muhtâr'ın varsayılan iddiasını İbn Zübeyr'e kimin söylediği belli değil. İbn Zübeyr'in söz konusu iddiaya inandığında (yahut inanıyor göründüğünde) kuşkumuz yok. Çünkü bizler, bu tür dedikoduların Zübeyrîlerin başının altından çıkmış olabileceğini düşünüyoruz. Burada, İbn Zübeyr, en yaman hasmının itibarını sarsmak için, meclisinde böyle bir mizansen tertiplemiş olabilir.

3. Hişâm b. Urve'nin anlattığına göre, İbn Abbâs'a "Muhtâr kendisine vahiy geldiğini iddia ediyor!" dendiğinde, "Doğru! İki türlü vahiy var: Allah'ın Muhammed (s.a.a.)'e vahyi ve şeytanların vahyi." demiş, sonra şu âyeti okumuş: "Kuşkusuz şeytanlar, kendi dostlarına vahyederler." [En'âm: 121][132]

مصعب بن عبد الله الزبيري عن أبيه قال : قال هشام بن عروة : قيل لابن عباس : إن المختار يزعم أنه يوحى إليه ! فقال : صدق . إنهما وحيان : وحي الله إلى محمد صلى الله عليه وسلم ، ووحي الشياطين . وقرأ : وإن الشياطين ليوحون إلى أوليائهم .

Rivâyet, İbn Abbâs'ın Muhtâr'la ilgili bizlere ulaşan, ileride ele alacağımız meşhur görüşüne aykırıdır. Senedinin baştan sona "Zübeyrî" adamlarla dolu olması, söz konusu dedikoduların kimlerin başının altından çıkmış olabileceği konusunda, araştırmacılara önemli ipuçları verebilir!

İbn Zübeyr, Hişâm b. Urve'nin amcasıdır. Burada da Hişâm, amcasının tertibini bire bir kopya ederek rivâyete dönüştürmüş olabilir.

4. Ebû İshâk es-Sebî'î Abdullâh b. Ömer'e "Muhtâr kendisine vahiy geldiğini iddia ediyor!" deyince, İbn Ömer şöyle demiş: "Doğru! Kuşkusuz şeytanlar dostlarına vahyederler."[133]

حدثنا أحمد قال حدثنا سعيد بن سليمان عن أبي بكر بن عياش عن أبي إسحاق قال : قلت لعبد الله بن عمر ، إن المختار يزعم أنه يوحى إليه . فقال : صدق ، وإن الشياطين ليوحون إلى أوليائهم .

Rivâyetin Abdullâh b. Ömer kaynaklı olması, esasen bize göre reddedilmesi için yeterli[134].

Öte yandan bu anlatım, onun Muhtâr'la ilgili, ileride ele alacağımız meşhur yaklaşımına aykırıdır.

Bu arada senedinde Ebûbekr b. Ayyâş var: Kendisi esasen güvenilir olsa da hadis rivâyetinde çokça hatalar yaptığı belirtiliyor.[135]

5. Abdülazîz b. Rufey' ile Şeddâd b. Ma'kıl, İbn Abbâs'ın yanına varmışlar. İbn Abbâs "Allah'ın Elçisi (s.a.a.) şu iki kapak arasında bulunan (Kur'ân) dışında geriye bir şey bırakmamıştır." demiş. Sonra Muhammed b. el-Hanefiyye'nin yanına varmışlar; o da aynı şeyi söylemiş. Ancak İbnü'l-Hanefiyye sözlerine şunu da eklemiş: "Muhtâr vahiy iddiasında bulunuyordu!"[136]

حدثنا سفيان ، حدثنا عبد العزيز بن رفيع ، قال : دخلت أنا وشداد بن معقل ، على ابن عباس ، فقال ابن عباس : ما ترك رسول الله صلى الله عليه وسلم إلا ما بين هذين اللوحين . ودخلنا على محمد بن علي ، فقال مثل ذلك ، قال : وكان المختار يقول الوحي !

Olayı [İbn Abbâs – İbnü'l-Hanefiyye à Abdülazîz b. Rufey' à Süfyân es-Sevrî à Ahmed] kanalıyla Ahmed b. Hanbel rivâyet ediyor. Lakin olayı yine Süfyân'dan, hem de aynı isnatla rivâyet eden çok sıkı hadisçilerden Kuteybe b. Saîd[137] ile Abdullâh b. Muhammed en-Nüfeylî[138], bu konuda Ahmed b. Hanbel'e muhalefet etmiş durumdalar.

Her biri gayet sika hadis hâfızlarından sayılan Kuteybe ile en-Nüfeylî'nin rivâyetlerinin ikisinde de, yukarıdaki Muhtâr'la ilgili eklentiden tek kelime yok! Ne ilginç değil mi?

6. Âmir eş-Şa'bî diyor ki: "Basra halkıyla övünme yarışına girdim ve Kûfe halkıyla onlara üstün geldim. Ahnef b. Kays susmuş, konuşmuyordu. Benim kendilerine üstün geldiğimi görünce, hizmetçilerinden birini gönderip bir mektup getirtti. ‘Oku!' dedi. Okudum. Bir de ne göreyim; içinde mektubun Muhtar'dan geldiği ve kendisinin peygamber olduğunu iddia ettiği yazıyordu!" Ahnef devamla şöyle dedi: "Bizde nerede onun gibisi?!"[139]

حدثنا أبو بكر الحميدي حدثنا سفيان عن مجالد عن الشعبي قال: فاخرت أهل البصرة ، فغلبتهم بأهل الكوفة ، والأحنف ساكت ، لا يتكلم . فلما رآني غلبتهم ، أرسل غلاما له ، فجاء بكتاب ، فقال : هاك اقرأ . فقرأته ، فإذا فيه ، من المختار إليه ، يذكر أنه نبي . قال : فيقول الأحنف : أنى فينا مثل هذا.

Oysa Muhtâr'ın Ahnef b. Kays'a yazdığı mektubun aslı şudur:

وقد بلغني ، أنكم تسمونني كذابا ! وقد كذب الأنبياء من قبلي ، ولست بخير منهم .

"Bana ulaşan haberlere göre, bana yalancı diyormuşsunuz. Kuşkusuz, benden önce peygamberler de yalanlanmıştı. Oysa ben onlardan daha hayırlı değilim!"[140]

Kaldı ki, farklı yoldan gelen bir rivâyette, Ahnef'in Muhtâr'la ilgili iddialarına, eş-Şa'bî'nin "Siz bize iftira atıyorsunuz" diyerek karşı çıktığı ve Ahnef'in bu cevaptan pek hoşlanmadığı belirtiliyor.[141]

Ahnef b. Kays et-Temîmî Basralı bir muhadram'dır. Cemel harbinde tarafsız kalan Ahnef, Sıffîn'de Hz. Ali (a.s.) tarafında saf tutu.[142] Bu günlerde Muhtâr'a karşı, Peygamber evlatlarına yönelik acımasızlıkta Ümeyye oğullarından geri kalmayan ve Kerbelâ kâtillerini eteklerinin altında saklayan Zübeyrîlerle birlikte hareket etti.[143] Mus'ab'ın "hükmüne" güvenerek kendisine teslim olan binlerce Kûfeli, adeta "kurbanlık koyunlar" gibi boğazlanırken; Ahnef olup bitenleri sadece seyretti![144]

Bütün bunlar dikkate alındığında, onun Muhtar'la ilgili iddialarında ne kadar hakkaniyetli olacağı ve kendisine ne kadar güvenebileceğimiz daha bir anlaşılır.

7. Üneyse'nin anlattığına göre, babası Zeyd b. Erkam Muhtâr'ın huzuruna varmış. Muhtâr kendisine "Ey Ebû Âmir! Az evvel geleydin Cibrîl ile Mîkâîl'i de görürdün!" deyince, Zeyd b. Erkam ona şu cevabı vermiş: "Aşağılık, hasta birisisin sen! Sen Allah katında bundan daha hafifsin/değersizsin! Allah'a ve Rasûlü'ne iftira eden yalancı!"[145]

عن أنيسة بنت زيد بن أرقم ، أن زيد بن أرقم دخل على المختار ، فقال : يا أبا عامر ، لو سبقت ، رأيت جبريل وميكائيل . قال : حقرت ونقرت ، أنت أهون على الله من ذلك ، كذاب مفتر على الله ورسوله .

Rivâyetin senedinde, Zeyd b. Erkam'ın torunlarından "Sâbit b. Zeyd" var. Ahmed b. Hanbel dahil herkes, kendisi hakkında "zayıf" diyor.[146] Zeyd b. Erkam'ın kızı Üneyse de tamamen meçhul.

8. Rifâ'a b. Şeddâd anlatıyor: "Bir gün Muhtâr'ın huzuruna vardım. Bana bir minder fırlattı ve şöyle dedi: ‘Kardeşim Cibrîl şu minderin üzerinden kalkmış olmasaydı, sana onu fırlatırdım!'"

Rifâ'a devamla diyor ki: "O sırada Muhtâr'ın boynunu vurmak istedim. Ancak kardeşim Amr b. el-Hamik'ın Allah'ın Elçisi (s.)'den naklettiği şu hadis aklıma geldi: ‘Hangi mü'min bir mü'mine canını korumak üzere eman verip de öldürürse, ben o kâtilden berîyim!'"

عن رفاعة بن شداد الفتياني قال : دخلت على المختار فألقى لي وسادة وقال : لولا أن أخي جبريل قام عن هذه لألقيتها لك ! قال فأردت أن أضرب عنقه فذكرت حديثا حدثنيه أخي عمرو بن الحمق قال : قال رسول الله صلى الله عليه وسلم : أيما مؤمن أمن مؤمنا على دمه فقتله فانا من القاتل بريء .

Rifâ'a b. Şeddâd hadîsi, kendisinden itibaren şu dört koldan rivâyet edilmektedir:

a) es-Süddî kanalıyla muhtelif yollardan.[147]

b) Abdülmelik b. Umeyr kanalıyla muhtelif yollardan.[148]

c) Ebû Ukkâşe el-Hemedânî kanalıyla muhtelif yollardan.[149]

Ebû Ukkâşe el-Hemedânî tamamen "meçhûl"[150], ondan rivayette bulunan Abdullâh b. Meysera ise "zayıf" birisi.[151]

d) Kesîr en-Nevvâ' kanalıyla muhtelif yollardan.[152]

Kesîr b. İsmâîl en-Nevvâ' hadiste "zayıf" birisi.[153]

Görünen o ki, Muhtâr es-Sekafî'nin nübüvvet iddiasında bulunduğuna dair en kuvvetli rivâyet bu. Muhtâr-nübüvvet ilişkisini ortaya koyan bu açık ifadeler, yukarıdaki dört koldan gelen rivâyetlerin hepsinde yer alıyor.

İbn Şihâb ez-Zührî'nin "Muhtâr'ın huzuruna kılıcını kuşanmış bir adam girdi..." diyerek anlattığı rivâyette[154], meçhul kişinin yukarıdaki "Rifâ'a b. Şeddâd" olması kuvvetle muhtemel.

Rifâ'a b. Şeddâd, mektuplar yazarak İmam Hüseyin (a.s.)'ı Kûfe'ye çağıran, ama sonradan yan çizip, onu Emevî cellatlarıyla baş başa bırakan, Kerbelâ fâciası sona erdikten sonra bu yaptıklarına pişmanlık duyarak, "Tevvâbîn" hareketine katılanlardan birisiydi.

İbn Ziyâd'ın ağır bir darbeyle darmadağın ettiği Tevvâbîn grubundan sağ kurtulan Rifâ'a, Muhtâr ile anlaşarak Kerbelâ kâtillerinin peşine düştü. Ancak çok geçmeden Şebes gibi Kerbelâ canilerinin safına katılarak Muhtâr'a karşı isyan etti ve o isyan sırasında öldürüldü.[155]

Buradan, Rifâ'a b. Şeddâd'ın kişiliği itibariyle "istikrarlı" birisi olmadığı anlaşılmaktadır. O bakımdan, Muhtâr'ı nübüvvet iddiasıyla suçlayan Rifâ'a'ya ait malum ifadeler, kendisiyle arasının açıldığı kara dönemin ürünlerinden olabilir. Bu birinci husustur.

İkincisi, rivâyete göre Rifâ'a, karşılaştığı manzara üzerine Muhtâr'ın boynunu vurmaya niyetlendiğini, ancak "Hangi mü'min bir mü'mine canını korumak üzere eman verip de öldürürse, ..." hadisini hatırlamasıyla bu işten vazgeçtiğini belirtiyor. Buradan "Rifâ'a'nın Muhtâr'a eman verdiği" anlaşılıyor. Oysa birini evinde ziyarete giden kişi ev sahibine değil, ev sahibi kendisini ziyarete gelen misafire "eman" verir. Mantıklı olan budur. Burada ise Muhtâr ev sahibi, Rifâ'a ise ziyaretçi konumundadır. Ziyaretçi, ziyarete gittiği ev sahibine nasıl eman verir? Kaldı ki, o günlerde Kûfe'nin kontrolünü elinde tutan Muhtâr'ın, Rifâ'a'nın emânına ihtiyacı mı vardır?

Üçüncüsü, rivâyetin akışına ve "Hangi mü'min bir mü'mine ... eman verip ..." hadisinin açık ifadesine göre, burada "eman veren mü'min" Rifâ'a'nın kendisi, "eman verilen mü'min" ise Muhtâr'dır. Yani bütün olanlara rağmen Rifâ'a, Muhtâr'ın halen "mü'min" olduğuna inanmakta ve o yüzden onun boynunu vurmaktan vazgeçmiş görünmektedir. Oysa nübüvvet iddiasında bulunan bir kişi, şüphesiz kâfir/mürted olur ve İslâm dini ile mevcut bütün bağlarını koparır!

O bakımdan söz konusu rivâyet, kendi içinde de tutarsızdır.

Dördüncüsü, Hicrî 4. yüzyılın ünlü edebiyatçı tarihçilerinden el-Merzübânî'nin eş-Şu'arâ adlı eserinde verdiği bilgiye göre, Muhtâr'ın "Cibrîl" adında bir hizmetçisi varmış.[156] Dolayısıyla, Muhtâr'ın "Cibrîl geldi.", "Cibrîl bana şunu söyledi." vb. sözlerini, halktan birileri yanlış anlamış olabilir.

Beşincisi, Muhtâr'ın Kûfe idaresini elinde bulundurduğu süre zarfında, Allah'ın kitabına, Rasûlü'nün sünnetine ve Emîru'l-Mü'minîn Hz. Ali'nin sîretine göre hüküm sürdüğü; en azından bu yolda yoğun çaba sarf ettiği bilinmektedir. Bu realite ile "nübüvvet iddiası" birbiriyle nasıl bağdaştırılabilir?

Altıncısı, Muhtâr gibi; etrafında sevilip sayılan, toplumun büyük teveccühüne mazhar olmuş bir lider, kendisini rezil edecek ve toplumun gözünden düşürecek böyle bir alçaklığa neden teşebbüs etsin?

Son olarak, Muhtâr şayet nübüvvet iddiasında bulunmuşsa, bunu kendisine destek veren Kûfe halkının ve yukarıda isimlerini verdiğimiz, Ehl-i Sünnet hadisçilerinin de itibar ettiği şahsiyetlerin duymuş olmaları gerekir. Oysa Kûfeliler ile söz konusu şahsiyetlerin, Muhtâr'la bu yönden bir problem yaşadıkları tespit edilememiştir. Mezkûr iddianın varlığı kabul edildiğinde, Muhtâr'a son ana kadar destek veren dostları, bütünüyle sahte bir peygamberin takipçileri olmuş olmazlar mı?

Kısacası bu rivâyetler, Muhtâr'ı nübüvvet iddiasıyla suçlamak için yeterli düzeyde ikna edici görünmemektedir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Muhtâr'ı karalayan bu tür dedikoduların, "Zübeyrîlerin" darphanesinde gecenin bir yarısı basılarak piyasaya sürülmüş olması, kuvvetle muhtemeldir.

Hakikate ışık tutan rivâyet:

Taberî Tarihi'nde konumuzla alakalı şöyle bir kayıt var:

ثم إن مصعبا دعا أم ثابت بنت سمرة بن جندب امرأة المختار ، وعمرة بنت النعمان بن بشير الأنصارية امرأته الأخرى ، فأحضرهما وسألهما عن المختار . فقالت أم ثابت : نقول فيه بقولك أنت . فأطلقها . وقالت عمرة : رحمه الله ، كان عبدا لله صالحا . فحبسها . وكتب إلى أخيه عبد الله بن الزبير : إنها تزعم أنه نبي ! فأمره بقتلها ...

"Mus'ab, Muhtâr'ın eşleri Ümmü Sâbit ile Umre'yi çağırdı. Bunlardan ilki Semura b. Cündeb'in, diğeri ise Nu'mân b. Beşîr'in kızıydı. Onları huzuruna çıkarıp kendilerine Muhtâr'ı sordu. Ümmü Sâbit; ‘Ben bu hususta seninle aynı fikirdeyim.' deyince, Mus'ab onu serbest bıraktı. Umre ise ‘Allah ona rahmet etsin. O Allah'ın sâlih bir kuluydu.' dedi.

Bunun üzerine Mus'ab onu hapsetti. Abisi Abdullah b. Zübeyr'e; ‘Bu kadın, Muhtâr'ın peygamber olduğunu iddia ediyor!' diye bir mektup yazdı. İbn Zübeyr de bunun üzerine o kadının öldürülmesi talimatını verdi."[157]

Rivâyet, Muhtâr'ın nübüvvet iddiasında bulunduğuna ilişkin dedikoduların üzerindeki örtüyü kaldırıp atması ve bütün bunların çıkış noktasına işaret etmesi bakımından oldukça önemlidir.

el-Mes'ûdî'nin anlatımına göre, Muhtâr'ın her iki eşi, kocalarının "geceleri namaz kılan, gündüzleri oruç tutan bir kul olduğunu, Allah ve Rasûlü'nün yolunda, İmam Hüseyin'in katillerinin peşindeyken kendisini feda ettiğini" söylerler. Ancak Mus'ab'ın ölümle tehdit etmesi sonucu, Ümmü Sâbit vazgeçer. Umre ise kararlılığını aynen sürdürür. Muhtâr'ın sadakatli eşinin son sözleri şöyledir:

Bana şehâdet nasip edilecek de ben ona ilgisiz kalacağım; öyle mi? Aslâ! Bu öyle bir ölümdür ki, sonrasında Cennet var, Rasûl'e ve Ehl-i Beyti'ne kavuşmak var! Allah'a yemin olsun, şu senin istediklerin olmayacak! Ebû Tâlib'in oğlunu bırakıp da Hind'in oğluna mı uyacağım? Allahım şâhid ol! Ben senin peygamberine, onun kızının evladına, Ehl-i Beyti'ne ve onun Şîasına tâbiyim.[158]

Muhtâr'ın nübüvvet iddiasında bulunduğu dedikodusunu yayanlar:

Muhtâr'ın nübüvvet iddiasında bulunduğuna dair yukarıdaki rivâyetlerden hangisi incelense, ucunun mutlaka Zübeyr oğullarına dayandığı görülecektir. Bütün bunlar, bu işin Zübeyrîlerin başının altından çıkmış olma ihtimalini daha da güçlendirmektedir.

Aslında hasımları tarafından piyasaya sürüldüğü apaçık belli olan bu "nübüvvet iddiası" dedikodularının, ilerleyen yüzyıllarda da aynen tekrar edildiğini ve topluma habire pompalanarak, daha da kökleşmesine zemin oluşturulduğunu görmekteyiz.

Maalesef, bu dedikodunun İslâm toplumunda yeşerip kökleşmesine öncülük edenler şunlar:

– İbn Kuteybe (–276 / 889) [159]

– Abdülkâhir el-Bağdâdî (–429 / 1037) [160]

– İbn Hazm (–456 / 1964) [161]

– el-Beyhakî (–458 / 1066) [162]

– Ebu'l-Muzaffer el-İsferâyînî (–471 / 1078) [163]

– Ebûbekir İbnü'l-Arabî (–543 / 1148) [164]

– eş-Şehristânî (–548 / 1153) [165]

– İbnü'l-Cevzî (–597 /1201) [166]

– Ebu'l-Abbâs el-Kurtubî (–656 / 1258) [167]

– Muhyiddîn en-Nevevî (–676 / 1277) [168]

– İbn Teymiyye (–728 / 1328) [169]

– ez-Zehebî (–748 / 1347) [170]

– Afîfüddîn el-Yâfi'î (–768 / 1367) [171]

– İbn Kesîr (–774 / 1373) [172]

– İbn Haldûn (–808 / 1406) [173]

– İbn Hılfe el-Übbî (–827 / 1424) [174]

– İbn Hacer el-Askalânî (–852 / 1448) [175]

– Celâlüddîn es-Süyûtî (–911 / 1505) [176]

– Ali el-Kârî (–1014 / 1606) [177]

– Abdürraûf el-Münâvî (–1031 / 1622) [178]

– İbnü'l-Imâd el-Hanbelî (–1089 / 1679) [179]

Bu durum Muhtâr'ın doğru tanınıp değerlendirilmesine engel oluşturdu. Halbuki, herkesin sorumluluk bilinciyle hareket etmesi beklenen bir yerde, ulemânın daha dikkatli olması beklenirdi.

"Sakîfli kezzâb ve mübîr" hadisi

Rivâyetlerde, Esmâ bt. Ebûbekir'in, yeğeni Abdullâh b. Zübeyr'i katleden Haccâc-ı Zâlim'e hitaben şöyle dediği belirtiliyor:

أما إن رسول الله صلى الله عليه وسلم حدثنا : أن في ثقيف كذابا ومبيرا . فأما الكذاب ، فرأيناه . وأما المبير ، فلا إخالك (أي أظنك) إلا إياه .

"Allah'ın Rasûlü (s.) bize hitaben "Sakif kabîlesinden bir kezzâb bir de mübîr çıkacak!"buyurmuştu[180]. Kezzâb'ı gördük. Mübîr'e gelince, o kişi senden başkası olamaz!"

Esmâ bt. Ebûbekir'in فأما الكذاب ، فرأيناه sözüyle, Muhtâr es-Sekafî'yi kastettiğine ilişkin yaygın bir kanı var. Hatta kastın "Muhtâr" olduğuna dâir "icmâ" iddiasında bulunanlar bile mevcut![181]

Oysa rivâyetin metninde buna dair en ufak bir ipucu yoktur. Dikkat edilirse, Esmâ bt. Ebûbekir isim vermeden, sadece "Sakîfli kezzâbı" görmüş olduklarını belirtiyor. O bununla aynı kabileden olan başka birini kastetmiş olamaz mı?

Muhtâr'dan evvel, Muâviye'nin meşhur akıl hocalarından olan ve tarihte yalancılığı ve düzenbazlığıyla tanınan "Muğîra b. Şu'be" de Sakîflidir ve kuşkusuz o bu sıfata herkesten daha çok lâyıktır!

Öyleyse, Esmâ bt. Ebûbekir, bu sözüyle Muğîra'yı kastetmiş olamaz mı?

Söz konusu Esmâ bt. Ebûbekir hadisinin [Esmâ bt. Ebûbekir à Ebû Nevfel b. Ebî Akreb à Esved b. Şeybân à ...] kanalıyla[182] rivâyet edildiğini görüyoruz. Oysa aynı hadis daha sağlıklı yoldan; [Esmâ bt. Ebûbekir à Ebu's-Sıddîk Bekir b. Amr en-Nâcî à Avf b. Ebî Cemîle à İshâk b. Yûsuf el-Ezrak à ...] kanalıyla da rivâyet ediliyor. Lafızları aynen şöyle:

سيخرج من ثقيف كذابان . الآخر منهما شر من الأول ، وهو مبير .

"Sakîf kabilesinden iki kezzâb çıkacak. Onlardan sonuncusu ilkinden daha kötüdür. Zira o kan dökücüdür." [183]

Görüldüğü gibi bu hadisin metninde Esmâ bt. Ebûbekir'in değerlendirmelerine yer verilmemiş.

Konuyla ilgili bir hadis de Abdullâh b. Ömer'den[184] geliyor; onda da bu türden bir değerlendirmeye rastlayamıyoruz.

Buna benzer bir hadis de "Otuz yalancı peygamber" hadisidir. Bu hadiste Hz. Peygamber (s.a.a.) şöyle buyuruyorlar:

لا تقوم الساعة ، حتى يخرج ثلاثون كذابا . كلهم يزعم ، أنه نبي !

"Her biri peygamber olduğunu iddia edecek otuz yalancı çıkmadıkça, kıyamet kopmaz!"

Hadis; 1. Ebû Hüreyre[185], 2. Sevbân (Hz. Peygamber'in azatlısı)[186], 3. Nuaym b. Mes'ûd el-Eşce'î[187], 4. Câbir b. Abdullâh el-Ensârî[188], 5. Abdullâh b. Ömer[189], 6. Semura b. Cündeb[190], 7. Ebûbekra es-Sekafî[191] ve 8. Ubeyd b. Ömer el-Leysî (mürsel)[192] tarafından rivâyet ediliyor.

Aynı hadis, aşağıdaki lâfızlarla Abdullâh b. Zübeyr'den[193] de geliyor:

لا تقوم الساعة حتى يخرج ثلاثون كذابا : منهم مسيلمة والعنسي والمختار .

"Otuz adet kezzâb (yalancı, düzenbaz) çıkmadıkça, kıyamet kopmaz! Müseylime, (Esved) el-Anesî ve Muhtâr onlardandır."

Hadiste yer alan "Muhtâr" sözcüğünün metne sonradan dahil edildiği, gün gibi açıktır. Rivâyetin başında Abdullâh b. Zübeyr bulunuyor. Muhtâr'ı yalancılıkla suçlayanların başını bizzat onun çektiğini şimdi göreceğiz. Bu durumda, söz konusu "ek" onun marifeti değilse, başka kimin olabilir?

Muhtâr'a "yalancı" diyenler kimler?

Muhtâr dönemine ilişkin tarihî verilere bir göz attığımızda, o günlerde Muhtâr'ı "yalancılıkla" suçlayanların kimler olduğunu rahatlıkla tespit edebiliyoruz. Buna göre, Muhtâr'ı halk nezdinde karalayıp itibarsızlaştırmak için, kendisini hep "kezzâb=yalancı" sıfatıyla birlikte ananlar şunlar.

1. Abdullâh b. Zübeyr (Zübeyr'in büyük oğlu)[194]

2. Urve b. Zübeyr (Zübeyr'in diğer oğlu)[195]

3. Mus'ab b. Zübeyr (Zübeyr'in diğer oğlu)[196]

4. Ahnef b. Kays et-Temîmî (O günlerde Mus'ab'ın yakın adamlarından)[197]

5. Ubeydullâh b. Hurr (Mus'ab'ın yakın adamlarından)[198]

6. Haccâc-ı Zâlim[199]

7. Hakem b. Uteybe[200]

8. Abdullâh b. Ömer[201]

Abdullâh b. Ömer'in araya girerek, kayın biraderi Muhtâr'ı tam iki sefer hapisten kurtardığı malum.

Habîb b. Ebî Sâbit şöyle diyor:

"Abdullâh b. Ömer, Abdullâh b. Abbâs ve Muhammed b. el-Hanefiyye, Muhtâr'ın kendilerine gönderdiği hediyeleri kabul ederlerdi."[202]

Mus'ab'ın, kendisine teslim olan binlerce esiri kurbanlık koyunlar gibi boğazlamasına, Abdullâh b. Ömer "Bir günde kıble ehli altı/yedi bin kişiyi katlettin!" diyerek itiraz etmiş, "Şayet babanın sana miras bıraktığı bir sürüden bu sayıda koyun öldürseydin, bu bile israf olurdu!" demiştir.[203]

Bunları üst üste koyarak düşündüğümüzde, İbn Ömer'in Muhtâr'a "yalancı" gözüyle baktığına dair rivâyetin şaibeli olduğuna hükmedilebilir. Kaldı ki, rivâyetin senedinde yer alan "Ebû Hilâl Muhammed b. Süleym er-Râsibî"in hâfıza bakımından zayıf olduğu belirtiliyor.[204] Üstelik râvîlerinin bütünüyle "Basralı" olmaları da, o dönem itibariyle, rivâyete kuşkuyla bakmamıza neden olmaktadır.

Muhtâr'ın şu sözü, aleyhinde yürütülen bu karalama kampanyalarının yoğunluğunu gösterir:

ما من ديننا ، ترك قوم قتلوا الحسين ، يمشون أحياء في الدنيا آمنين . بئس ناصر آل محمد أنا إذا في الدنيا ، أنا إذا الكذاب ، كما سموني ! فإني بالله أستعين عليهم .

"Bizim dinimiz, Hüseyin'i katledenlerin bu dünyada güven içinde canlı gezip dolaşmalarına müsaade etmez! O takdirde ben, bu dünyada Âl-i Muhammed'in kötü bir destekçisi olurum. O vakit ben, tıpkı onların dediği gibi, yalancının teki olurum. Şüphe yok ki, onlara karşı ben Allah'ın yardımını talep ediyorum."[205]

Abdullâh b. Abbâs, Zübeyr oğullarından Abdullâh'ın Muhtâr'ı sürekli "yalancı" sıfatıyla anmasından oldukça rahatsız olmuştur. Ölüm haberi kendisine ulaştığında çok üzülerek şöyle demiştir:

ذلك رجل ، قتل قتلتنا ، وطلب بدمائنا ، وشفى غليل صدورنا . وليس جزاؤه منا ، الشتم والشماتة .

"O, bizi katledenleri öldüren, kanlarımızın peşine düşen, yüreklerimizin yarasına derman olan bir adamdır/yiğittir. Bizim ona vereceğimiz karşılık, (arkasından) sövüp, sevinmek olamaz!"[206]

Muhtâr'ın kendisine gönderdiği hediyeleri kabul ettiğini -az evvel- gördüğümüz İbn Abbâs, onun hakkında "Kirâmen Kâtibîn meleklerinin duaları onunla olsun!" dermiştir.[207]

el-Mes'ûdî, İmâm Ali Zeynelâbidîn (a.s.)'ın Muhtâr'ı reddederek onu yalancılıkla suçladığını, amcası Muhammed b. el-Hanefiyye'den de aynı tavrı sergilemesini istediğini belirtir.[208]

İmâm Zeynelâbidîn, İmâm el-Bâkır ve İmâm es-Sâdık (aleyhimüsselâm) hazretlerinin konuyla ilgili sergiledikleri ortak tutuma yukarıda değinmiştik. O yüzden el-Mes'ûdî'nin verdiği bu bilgiye temkinle yaklaşmanın daha doğru olacağını düşünüyoruz.

el-Belâzürî, Muhammed b. el-Hanefiyye'nin "Biz Muhtâr'ı herkesten daha iyi biliriz. Onun hakkında iyi şeyler söyleme!" diyerek, Abdullâh b. Abbâs'ı uyardığına ilişkin bir rivâyet[209] aktarır.

Öte yandan, Muhtâr'ın kendisine gönderdiği hediyeleri kabul ettiğini -az evvel- gördüğümüz İbn'ül-Hanefiyye'nin, kendisini İbn Zübeyr'in elinden kurtaran ve Hüseyin dostlarının yüreklerine su serpen bir halk kahramanına bu vefasızlığı yapmış olması düşünülemez. Mezkûr rivâyet doğru olsa bile, o bununla taktik gereği, İbn Abbâs'ı her yerde ulu orta konuşmamasını önermiş olabilir.

Sonuç:

Muhtâr es-Sekafî, Emevî diktatörlüğüne başkaldıran, Zübeyrîlerin oyunlarını bozan bir halk kahramanıdır. Ali dostları, o kasvetli ortamda, sadece onun 1,5 yıllık iktidarı döneminde nefes alabilmişlerdir. O dönem nefes almakta zorlanan birileri varsa, bunlar olsa olsa Kerbelâ kâtilleridir ve bu durumu ranta dönüştüren, ama bu arada o kâtillere de yataklık eden, "ikiyüzlü" Zübeyrîlerdir. Kısacası Ümeyye oğulları ile Zübeyr oğulları Muhtâr'a hasım konumundadırlar.

Muhtâr aleyhinde yürütülen bütün olumsuz kampanyaların, hâssaten hadis uydurma faaliyetlerindeki rolü ve nübüvvet iddiasıyla ilgili ithamların; onun hasımlarından, bilhassa Zübeyrîlerden kaynaklandığı görülmektedir.

Kur'an der ki:

"Ey iman edenler! Yoldan çıkmışın/Karşınıza çıkan birisi size bir haber getirdiğinde araştırın. Aksi halde bir topluluğa bilmeden kötülük edersiniz de sonradan bu yaptıklarınızdan pişmanlık duyarsınız." [Hucurât: 6]

"Hakkında (kesin) bilgi sahibi olmadığın şeyin ardına düşme. Kulak, göz ve kalbin her biri, ondan sorumludur." [İsrâ: 36]

Bir kimsenin, hasmının aleyhinde yapacağı beyana itibar edilmez. Hukukta bu temel bir ilkedir. Aksi halde, yargılamanın âdil olması mümkün değildir. Hadisçilerin, Muhtâr aleyhindeki olumsuz bütün yargılarını, Muhtâr'ın hasımlarının beyanlarına oturttukları bellidir. Oysa bunun "ilkeli" tutum ile bağdaşır bir yanı yoktur.

Bu noktada bir İbn'ül-Esîr'i takdir etmeden geçmek doğru olmaz. İbn'ül-Esîr'in sahabe biyografisine dair meşhur eserinde, Muhtâr hakkında olumsuz tek bir yargı göremiyoruz. Onunla ilgili tatsız haberlerin bulunduğunu; bunları da eş-Şa'bî ve diğerlerinin rivâyet ettiğini[210] belirten İbn'ül-Esîr, "Ancak, eş-Şa'bî ile Muhtâr arasında husumet var. Ve bu durum onlardan birinin diğeri hakkında söyleyeceği sözlere itibar etmemize mânidir." diyerek esaslı bir duruş sergiler. Muhtâr'ın Hz. Hüseyin (r.a.)'ın intikamını almak üzere yola çıktığını, bu yüzden Müslümanlardan çoklarının kendisini sevdiğini ve onun bu hususta "güzel bir sınav" verdiğini ifade eder.[211]

Modern firak tarihi yazarlarından, çağdaş İslâm felsefesi üstâdı, Mısırlı ünlü düşünür ve araştırmacı Allâme Ali Sâmî en-Neşşâr da bu noktada müspet tavır sergileyenlerin başında geliyor. Üç ciltlikNeş'etü'l-Fikri'l-Felsefî fi'l-İslâm adlı eserinin ikinci cildinde, konumuza tam 8 sayfa (c. II, s. 46-53) ayıran üstat Ali Sâmî'ye göre, Ali b. Ebî Tâlib'in şehâdetinden sonra yönetimi ele geçiren Muâviye'nin, oğlu Yezîd'in yolunu açmak için yapamayacağı yoktu. Bu uğurda, Hucr b. Adiy ve arkadaşlarına yaptığı gibi, sahâbenin önde gelenlerini katletmekten bile çekinmedi. Oğlu Yezîd, Kerbelâ'da emsali görülmemiş bir kıyıma imza attı! Öte yandan Abdullâh b. Zübeyr de "Mekke'de Müslümanların boyunlarının üzerinde tahakküm kurmuş ve Allah'ın âyetlerini saptırıyordu. Ehl-i Beyt'e hasedinden dolayı Hz. Peygamber'e salavat bile getirmiyordu."[212]

İşte tam da bu esnada ortaya çıkan Muhtâr'ın hareketi, Zübeyrîler ve Emevîler tarafından kirletildi. Muhtâr öteden beri Ali sevdalısıdır ve burada Muhammed b. el-Hanefiyye'nin izni dahilinde hareket etmiştir. O yüzden, kendisinin sırasıyla Hâricî, Zübeyrî ve Şiî olduğuna; çok geçmeden onu da bırakıp İbn'ül-Hanefiyye'nin imâmetini savunduğuna ilişkin anlatılanlar, tarihî açıdan yanlıştır.[213]

Mekke'de hüküm süren "Hâin Kurt"un elinden bütün tutsakları kurtaran Muhtâr, Mus'ab'a karşı yiğitçe çarpışarak, "Ehl-i Beyt muhabbetiyle", "şehit" düştü. Ardından, her biri "Hüseyin dostu" olan 7 bin kişi "haince" katledildi. Bu yapılanlar, "İslâm tarihinde en büyük hainliklerden" birisidir.[214]

Emevîlerden daha çok "dünyaya düşkün" olan Zübeyrîler, Muhtâr'la ilgili pek çok yalan iddialarla halkları dolduruşa getirdiklerini[215] ileri süren üstat, Keysâniyye fırkasıyla ilgili ve Muhtâr'ın nübüvvet iddiasında bulunduğuna dair anlatılanları da "hatalı" bulur.[216]

Sonuçta, Üstat Ali Sâmî'ye göre de Muhtâr, "dinde hayli takva sahibi, Ehl-i Beyt yolunda çarpışan" bir şahsiyettir.[217]

Yapılan değerlendirmeler ışığında şunları söylemek mümkündür: Muhtâr elbette masum biri değildir. İnsan olması hasebiyle birtakım yanlışlar yapmış olabilir. Ancak buna rağmen, onun hadis uydurma faaliyetlerine katıldığına ve nübüvvet iddiasında bulunduğuna dair, elimizde yeterli düzeyde kanıtın bulunduğunu söylemek mümkün görünmemektedir.

Kaynakça

Accâc el-Hatîb, Muhammed, es-Sünne Kable't-Tedvîn, c. I, Beyrût, 1400, Dâru'l-Fikr.

Ahmed b. Muhammed b. Hanbel (–241/855), el-Müsned, c. I-VI, Kâhire, ts. Müesseset-ü Kurtuba.

Algül, Hüseyin, İslâm Târihi, c. I-IV, İstanbul, 1987, Gonca Yayınları.

el-Âmilî, Cafer Murtazâ, el-Hayâtü's-Siyâsiyye li'l-İmâm el-Hasen, c. I, Beyrût, 1414, Dâru's-Sîre.

Aycan, İrfan, Muâviye b. Ebî Süfyân, c. I, Ankara, 1990, Fecr Yayınları.

Bağcı, Hacı Musa, Hadis Tarihi, c. I, Ankara, 2009, Ankara Okulu.

el-Bağdâdî, Ebû Mansûr Abdülkâhir (–429/1037), el-Fark Beyne'l-Firak, c. I, Kâhire, ts.

el-Belâzürî, Ahmed b. Yahyâ (–279/892), Ensâbü'l-Eşrâf, c. I-XIII, Beyrût, 1417, Dâru'l-Fikr.

el-Beyhakî, Ebûbekr (–458/1066), Delâilü'n-Nübüvve, c. I-VII, Beyrût, 1405, Dâru'l-Kütüb.

el-Bezzâr, Ebûbekr Ahmed (–292/905), el-Müsned, c. I-XVIII, Medîne, 1988-2009, 1. Baskı.

el-Buhârî, Muhammed b. İsmâîl (–256/870), et-Târîhu'l-Kebîr, c. I-VIII+I, Haydar'âbâd, 1382.

– et-Târîhu's-Sağîr, c. I-II, Beyrût, 1406, Dâru'l-Ma'rife.

el-Burâkî, Hüseyin (–1332/1914), Târîhu'l-Kûfe, c. I, Beyrût, 1424, el-Mektebetü'l-Hayderiyye.

el-Burûcerdî, Seyyid Ali (–1313/1895), Tarâifü'l-Mekâl, c. I-II, Kum, 1410, Tahkîk: Mehdî Recâî.

el-Cûzcânî, Ebû İshâk (–259/873), Ahvâlü'r-Ricâl, c. I, Faysal'âbâd, Pakistan, 1411.

Çuhacıoğlu, Abdulkadir, Sahâbenin Adâleti ve Ebû Hüreyre, c. I, İstanbul, 2012, Kevser yay.

Ebû Ya'lâ, Ahmed el-Mavsılî (–307/920), el-Müsned, c. I-XIII, Dimaşk, 1404, Dâru'l-Me'mûn.

Ebû Zehv, Muhammed, el-Hadîs vel-Muhaddisûn, c. I, Kâhire, 1378, Dâru'l-Fikr el-Arabî.

Ekrem Ziyâ, el-Ömerî, el-Buhûs fî Târîhi's-Sünne, c. I, Medîne, 1405, Mektebetü'l-Ulûm vel-Hıkem.

el-Erdebîlî, Câmi'u'r-Ruvât (–1098/ 1686), c. II, Kum, 1403.

el-Eş'arî, Ebul-Hasen (–324/936), Makâlâtü'l-İslâmiyyîn, c. I-II, Beyrût, 1426, el-Mektebetü'l-Asriyye.

el-Fesevî, Ya'kûb b. Süfyân (–277/890), el-Ma'rife vet-Târîh, c. I-III, Beyrût, 1401, Ekrem Ziyâ.

Hâkim en-Nîsâbûrî (–405/1015), el-Müstedrek, c. I-IV, Beyrût, ts. Dâru'l-Ma'rife.

Hâşim, Ma'rûf el-Hasenî (–1403/1983), el-İntifâdâtü'ş-Şî'ıyye, c. I, Beyrût, 1410, Dâru't-Te'âruf.

– el-Mevzû'ât fil-Âsâr vel-Ahkâm, c. I, Beyrût, 1407, Dâru't-Te'âruf.

Hatîb el-Bağdâdî (–463/1072), el-Câmi' li-Ahlâki'r-Râvî, c. I-II, Riyâd, 1403, Mektebetü'l-Meârif.

el-Heysemî, Nûreddîn (–807/1405), Mecma'u'z-Zevâid, c. I-X, Beyrût, 1412, Dâru'l-Fikr.

el-Hôî (–1412/1992), Ebul-Kâsım, Mu'cemü Ricâli'l-Hadîs, c. XIX, Necef, 1413.

İbn Abdilberr, Ebû Ömer (–463/1071), el-İstî'âb, c. I-IV, Beyrût, ts. Dâru İhyâi't-Türâs el-Arabî.

İbn Adiy el-Cürcânî (–365/976), el-Kâmil fî Duafâ'ir-Ricâl, c. I-VII, Beyrût, 1409, Süheyl Zekkâr.

İbn A'sem, Ahmed el-Kûfî (–314/926), el-Fütûh, c. I-VIII+I, Beyrût, 1411, Dâru'l-Edvâ', Ali Şîrî.

İbn Dâvûd, el-Hıllî (–740/1338), er-Ricâl, c. I, Necef, 1392, el-Hayderiyye matbaası.

İbn Ebil-Hadîd, 'Izzeddîn el-Medâinî (–656/1258), Şerh-u Nehci'l-Belâğa, c. I-XX, Mısır, 1385.

İbn Ebî Hâtim, Abdurrahmân (–327/938), el-Cerh vet-Ta'dîl, c. I-IX, Haydar'âbâd, 1371-1372.

İbn Ebî Şeybe, Ebûbekir (–235/850), el-Musannef, c. I-XXI+I-V, Beyrût, 1427, Avvâme neşri.

İbn Hacer, el-Askalânî (–852/1448), el-İsâbe, c. I-IV, Beyrût, ts. Dâru İhyâi't-Türâs el-Arabî.

– Lisânü'l-Mîzân, c. I-VII, Beyrût, 1390, Müessesetü'l-A'lemî lil-Matbû'ât.

– et-Takrîb, c. I-II, Beyrût, 1417, Dâru'l-Ma'rife, 2. Baskı.

– et-Tehzîb, c. I-VI, Beyrût, 1417, Dâru'l-Ma'rife, 1. Baskı.

İbn Haldûn, (–808/1406),Târîh-u İbn Haldûn, c. I-VIII, Beyrût, 1408, Dâru'l-Fikr, Halîl Şahâde.

İbn Hallikân, Şemsüddîn (–681/1282), Vefeyâtü'l-A'yân, c. I-VII, Beyrût, 1397, Dâru Sâdir .

İbn Hazm, ez-Zâhirî el-Endülüsî (–456/1064), el-Fisal, c. I-V, Beyrût, 1986, Dâru'l-Ma'rife.

İbn Kesîr, Ebul-Fidâ ed-Dimaşkî (–774/1373), el-Bidâye ven-Nihâye, c. I-XIV, Beyrût, 1408.

İbn Kuteybe, ed-Dîneverî (–276/889), el-Ahbâru't-Tıvâl, c. I, Kâhire, 1960, Îsâ el-Bâbî el-Halebî.

– el-Me'ârif, c. I, Kâhire, 1992, el-Hey'etü'l-Mısriyye, Servet Ukkâşe.

el-Meclisî, Bihâru'l-Envâr, (-c. XLV, Beyrût, 1403.

İbn Nemâ, Cafer el-Hıllî (–680/1281), Zevbü'n-Nudâr fî Şerhi's-Se'r, c. I, Kum, 1416, Fâris Hassûn neşri.

İbn Receb (–795/1393), Şerh-u 'Ileli't-Tirmizî, c. I-II, Riyâd, 1421, Mektebetü'r-Rüşd, Hemmâm Saîd.

İbn Sa'd, Muhammed el-Basrî (–230/845), et-Tabakât, c. I-VIII+I, Beyrût, 1405. Dâru Sâdır.

İbn Teymiyye, el-Harrânî (–728/1328), Minhâcü's-Sünne, I-VIII+I, Riyâd, 1406, Muhammed Reşâd Sâlim.

İbnü'l-Cevzî, Ebu'l-Ferec (–597/1201), el-Mevzû'ât, c. I-III, Medîne, 1386, 1388.

– el-Muntazam, c. I-XVIII+I, Beyrût, 1412, Dâru'l-Kütüb el-'Ilmiyye, Atâ kardeşler.

İbnü'l-Esîr, el-Cezerî (–630/1233), Üsdü'l-Ğâbe fî Ma'rifet'is-Sahâbe, c. I-V, Beyrût, 1418.

– el-Kâmil fit-Târîh, c. I-X+I, Beyrût, 1415, Dâru'l-Kütüb el-'Ilmiyye.

İbnü'l-Kayyim, el-Cevziyye (–751/1350), el-Menâru'l-Münîf, c. I, Haleb, 1390, Ebû Ğudde.

İbnü'l-Verdî, Ebû Hafs Ömer (–749/1349), Târîh, c. I-II, Beyrût, 1417, Dâru'l-Kütüb el-'Ilmiyye.

el-İsferâyînî, Ebul-Muzaffer (–471/1078), et-Tebsîr fid-Dîn, c. I, Beyrût, 1403, Âlemü'l-Kütüb.

Kandemir, Mehmet Yaşar, Mevzû Hadisler, c. I, Ankara, 1984, DİB yayınları.

el-Kârî, Molla Ali b. Sultân el-Heravî (–1014/1606), Mirkâtü'l-Mefâtîh, c. I-XI+I, Beyrût, 1422.

Kırbaşoğlu, Mehmet Hayri, Alternatif Hadis Metodolojisi, c. I, Ankara, 2002, Kitabiyat.

el-Kummî, Abbâs (–1359/1940), Müntehâ'l-Âmâl fî Tevârîhi'n-Nebiyyi vel-Âl, c. I-II, Lübnân, 1414, Ta'rîb: Üstat Nâdir et-Takî.

el-Mes'ûdî, Ebul-Hasen (–346/957), Murûcü'z-Zeheb, c. I-IV, Beyrût, 1411, Müessesetü'l-A'lemî.

Moğoltay, Alâüddîn (–762/1361), İkmâl-ü Tehzîbi'l-Kemâl, c. I-XII, Kâhire, 1422, el-Fârûk el-Hadîse.

Muhsin Emîn, el-Âmilî (–1371/1952), Esdaku'l-Ahbâr fî Kıssati'l-Ahzi bis-Se'r, c. I, Saydâ, 1331.

Müslim b. Haccâc el-Kuşeyrî (–261/875), el-Câmi'u's-Sahîh, c. I-IV, Beyrût, ts. M. Fuâd Abdülbâkî.

en-Neşşâr, Ali Sâmî (–1400/1980), Neş'etü'l-Fikri'l-Felsefî fil-İslâm, c. I-III, Kâhire, 1388, Dâru'l-Meârif.

en-Nevevî, Muhyiddîn (–676/1277), Şerh-u Sahîh-i Müslim, c. I, XVIII, Beyrût, 1392.

en-Nüveyrî, Şihâbüddîn (–733/1333), Nihâyetü'l-Ereb, c. I-XXXIII, Beyrût, 1424, Dâru'l-Kütüb el-'Ilmiyye.

Ömer Fellâte, el-Vad' fil-Hadîs, c. I-III, Dimaşk-Beyrût, 1401, Mektebetü'l-Ğazzâlî.

es-Süyûtî, Celâlüddîn (–911/1505), el-Leâlî el-Masnû'a, c. I-II, Beyrût, 1417, Dâru'l-Kütüb el-'Ilmiyye.

– Târîhu'l-Hulefâ, Mekke, 1425, Mektebet-ü Nizâr, Birinci baskı.

eş-Şehristânî (–548/1153), el-Milel ve'n-Nihal, c. I-III, Beyrût, 1986 [İbn Hazm'ın Fisal'inin kenarında].

Şeyh Hasan b. Şehîd-i Sânî (–1011/1602), et-Tahrîru't-Tâvûsî, c. I, Kum, 1411, Tahkîk: Fâdıl Cevâhirî.

Şeyh Müfîd, el-Bağdâdî (–413/1022), el-İrşâd, c. I-II, Kum, 1414, Müesseset-ü Âli'l-Beyt.

et-Taberânî, Süleymân (–360/971), el-Mu'cemü'l-Evsat, c. I-IX, Kâhire, 1415, Dâru'l-Haremeyn.

– el-Mu'cemü'l-Kebîr, c. I-XXV, Beyrût, 1983. Dâr-u İhyâi't-Türâs el-Arabî, İkinci baskı.

et-Taberî, Muhammed b. Cerîr (–310/923), Târîhu'l-Ümem vel-Mülûk, c. I-V+I, Beyrût, 1417.

et-Tayâlisî, Ebû Dâvûd (–204/819), el-Müsned, c. I-IV, Mısır, 1419, Dâr-u Hecer.

et-Tûsî, Ebû Cafer Muhammed b. Hasen (–460/1067), Ricâlü'l-Keşşî, c. I, Kum, 1427.

el-Ya'kûbî, Ahmed b. Ebû Ya'kûb İshâk (–292/905), et-Târîh, c. I-II, Beyrût, ts. Dâr-u Sâdir.

Yiğit, İsmail, “Muhtâr es-Sekafî,” TDV İslâm Ansiklopedisi, Ankara, 2006, c. XXXI, s. 54-55.

ez-Zehebî, Şemsüddîn (–748/1347), el-Kâşif, c. I-II, Cidde, 1413, Avvâme, Dâru'l-Kıble.

– Mîzânü'l-İ'tidâl, c. I-IV, Beyrût, ts. Dâru'l-Fikr.

– Siyeru A'lâmi'n-Nübelâ, c. I-XXIII, Beyrût, 1413, Müessesetü'r-Risâle.

– Târîhu'l-İslâm, c. I-LII, Beyrût, 1413, Dâru'l-Kitâb el-Arabî, Tahkîk: Ömer et-Tedmürî.









* İlâhiyatçı, Öğretmen.


[1] İbn Ebil-Hadîd, Şerh-u Nehci'l-Belâğa, Mısır, 1385, c. XI, s. 48-49; Accâc el-Hatîb, Muhammed,es-Sünne Kable't-Tedvîn, Beyrût, 1400, Dâr'ul-Fikr, s. 195; Kandemir, M. Yaşar, Mevzû Hadisler, Ankara, 1984, DİB, s. 32


[2] Dirsekten parmak uçlarına kadar, yaklaşık 50 cm'lik bir uzunluk birimi.


[3] ez-Zehebî, Siyer-u A'lâmi'n-Nübelâ, Beyrût, 1413, c. V, s. 344; Accâc el-Hatîb, a.g.e., s. 194.


[4] İbn Teymiyye, Minhâcü's-Sünne, Riyâd, 1406, c. II, s. 468; ez-Zehebî, a.g.e., c. VIII, s. 114.


[5] el-Halîlî, el-İrşâd, Riyâd, 1409, c. I, s. 420; İbn'ül-Kayyim, el-Menâru'l-Münîf, Haleb, 1390, s. 116; İbn Arrâk, Tenzîhü'ş-Şerî'a, Beyrût, 1399, c. I, s. 407.


[6] İbn Teymiyye, a.g.e., c. I, s. 59.


[7] Abdülkâhir el-Bağdâdî, Usûlü'd-Dîn, İstanbul, 1928, s. 289; en-Nevevî, Şerh-u Sahîh-i Müslim, Beyrût, 1392, c. XV, s. 149.


[8] Bu konuda ayrıntılı bilgi için bk. Hâşim Maruf el-Hasenî, el-Mevzû'ât, Beyrût, 1407, s. 177 vd. (4. fasıl).


[9] Muhadram, Hz. Peygamber (s.a.a.) hayattayken Müslüman olan, ama onunla görüşme fırsatı bulamayan kimselere verilen addır.


[10] el-Belâzürî, Ensâbü'l-Eşrâf, Beyrût, 1417, c. III, s. 283; et-Taberî, Târîhu'l-Ümem vel-Mülûk, Beyrût, 1417, c. III, s. 165; et-Taberânî, el-Mu'cemü'l-Kebîr, Beyrût, 1403, c. I, s. 104; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil fit-Târîh, Beyrût, 1407, c. III, s. 271; İbn Kesîr, el-Bidâye, Beyrût, 1408, c. VIII, s. 16, 273, 319; el-Heysemî, Mecma'u'z-Zevâid, Beyrût, 1412, c. IX, s. 200.


[11] Yukarıdaki kaynaklardan, hâdiseyi senediyle birlikte önümüze koyan, sadece İbn Cerîr et-Taberî ile et-Taberânî'dir. Onlar da [İsmâîl b. Râşid à Osmân b. Abdurrahmân el-Harrânî à ... ] kanalıyla iki ayrı yoldan rivâyet ediyorlar. Ricâl kitaplarında "İsmâîl b. Râşid" hakkında tek kelime yok! Yani tamamen meçhul birisi.

"Osmân b. Abdurrahmân" hakkında; Yahyâ b. Maîn "sika", Ebû Hâtim ise "sadûk" diyor. Buna karşılık Buhârî ile Ebû Ahmed el-Hâkim, onun "zayıf kişilerden hadis rivâyet etmesinden" şikâyetçi. Ebû Arûbe "Kendisinde bir sorun yok. Ancak meçhul kişilerden münker hadisler aktarır.", İbn Hıbbân da, özetle "Zayıf kişilerden öyle şeyler rivâyet eder ki, duyanlar onun uydurma olduğundan şüphe etmez. O yüzden onun hiçbir hadisiyle ihticâc edilmez!" diyor. Bunun sonucunda Ahmed b. Hanbel "Ona icâzet vermem!", el-Ezdî "metrûk" ve Muhammed b. Abdullâh b. Nümeyr "yalancı" diyorlar.

Osmân'ın "Ümeyye oğullarının azatlısı olduğu" da dikkate alındığında, kendisine koşulsuz güvenilemeyeceği açıktır. (ez-Zehebî, Mîzânü'l-İ'tidâl, Beyrût, ts., c. III, s. 45; İbn Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, Beyrût, 1417, c. IV, s. 85)

Kaldı ki, rivâyetin metninde, Muhtâr'ın bu sözleri amcasına "genç yaşta" söylediği belirtiliyor. Oysa Muhtâr o sırada tam 40 yaşındaydı!


[12] el-Belâzürî, a.g.e., c. V, s. 263; et-Taberî, a.g.e., c. III, s. 227; Aycan, İrfan, Muâviye, Ankara, 1990, Fecr Yay., s. 242.


[13] İbn Kuteybe, el-Ahbâru't-Tıvâl, Kâhire, 1960, s. 231; et-Taberî, a.g.e., III, 279, 400; İbnü'l-Esîr,a.g.e., c. III, s. 386.


[14] et-Taberî, a.g.e., c. III, s. 293-294, 400; İbnü'l-Esîr, a.g.e., c. III, s. 398, 493; İbn Kesîr, a.g.e., c. VIII, s. 273.


[15] et-Taberî, a.g.e., c. III, s. 400-401; İbnü'l-Esîr, a.g.e., c. III, s. 493; İbn Ebil-Hadîd, a.g.e., c. II, s. 293; İbn Kesîr, a.g.e., c. VIII, s. 273, 319; en-Neşşâr, Ali Sâmî, Neş'etü'l-Fikri'l-Felsefî fil-İslâm, Kâhire, 1388, c. II, s. 48.


[16] et-Taberî, a.g.e., c. III, s. 402; İbnü'l-Esîr, a.g.e., c. III, s. 493; İbn Kesîr, a.g.e., c. VIII, s. 273; en-Neşşâr, a.g.e., c. II, s. 48.


[17] el-Belâzürî, a.g.e., c. VI, s. 367, 380; et-Taberî, a.g.e., c. III, s. 395, 405; İbnü'l-Esîr, a.g.e., c. III, s. 489; en-Neşşâr, a.g.e., c. II, s. 48.


[18] Tevbeciler, tevbe edenler demektir. İmâm Hüseyin (a.s.)'a mektuplar yazarak, kendisini Kûfe'ye çağırdıkları halde, onu yalnız koyarak Kerbelâ'da öldürülmesine sebep olmakla, büyük günah işlediklerine inanan ve o yüzden “tevbe” ederek, İmam Hüseyin (a.s.)'ın öcünü almak üzere kıyam edenlere verilen addır.


[19] el-Belâzürî, a.g.e., c. VI, s. 367; et-Taberî, a.g.e., c. III, s. 395, 406; İbnü'l-Esîr, a.g.e., c. III, s. 489; İbn Kesîr, a.g.e., c. VIII, s. 274.


[20] et-Taberî, a.g.e., c. III, s. 395; İbn Kesîr, a.g.e., c. VIII, s. 272, 274.


[21] et-Taberî, a.g.e., c. III, s. 396, 410; İbnü'l-Esîr, a.g.e., c. IV, s. 4.


[22] et-Taberî, a.g.e., c. III, s. 406; en-Nüveyrî, a.g.e., Beyrût, 1424, c. XXI, s. 5; İbn Kesîr, a.g.e., c. VIII, s. 274.


[23] İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-Ğâbe, Beyrût, 1418, c. II, s. 373; İbn Kesîr, a.g.e., c. VIII, s. 278-280.


[24] et-Taberî, a.g.e., c. III, s. 433-434; İbnü'l-Esîr, a.g.e., c. IV, s. 27; en-Nüveyrî, a.g.e., c. XXI, s. 6; İbn Kesîr, a.g.e., c. VIII, s. 290.


[25] et-Taberî, a.g.e., c. III, s. 438; İbn Kesîr, a.g.e., c. VIII, s. 292.


[26] et-Taberî, a.g.e., c. III, s. 448; İbn'ül-Cevzî, el-Muntazam, Beyrût, 1412, c. VI, s. 55; İbn Kesîr,a.g.e., c. VIII, s. 292-294.


[27] İbn Kesîr, a.g.e., c. VIII, s. 294; Algül, Hüseyin, İslâm Târihi, İstanbul, 1987, Gonca Yay., c. III, s. 98.


[28] et-Taberî, a.g.e., c. III, s. 451-470; İbn Kesîr, a.g.e., c. VIII, s. 293-297.


[29] et-Taberî, a.g.e., c. III, s. 470; İbn'ül-Cevzî, a.g.e.,, c. VI, s. 58; İbnü'l-Esîr, a.g.e., c. IV, s. 50; İbn Kesîr, a.g.e., c. VIII, s. 304.


[30] bk. Çuhacıoğlu, Abdulkadir, Sahâbenin Adâleti ve Ebû Hüreyre, İstanbul, 2012, Kevser Yay. s. 702.


[31] et-Taberî, a.g.e., c. III, s. 490; İbnü'l-Esîr, a.g.e., c. IV, s. 68; İbn Kesîr, a.g.e., c. VIII, s. 317.


[32] et-Taberî, a.g.e., c. III, s. 483-496; İbnü'l-Esîr, a.g.e., c. IV, s. 64-68; İbn Kesîr, a.g.e., c. VIII, s. 315-318.


[33] İbn Kuteybe, a.g.e., s. 309; et-Taberî, a.g.e., c. III, s. 496; İbnü'l-Esîr, a.g.e., c. IV, s. 68-69, 72; en-Nüveyrî, a.g.e., c. XXI, s. 30; İbn Kesîr, a.g.e., c. VIII, s. 318.


[34] İbn Abdilberr, el-İstî'âb, Beyrût, ts. Dâru İhyâi't-Türâs el-Arabî, c. III, s. 536; eş-Şehristânî, el-Milel ven-Nihal, Beyrût, 1406, c. I, s. 197; el-Müberred, el-Kâmil fil-Lüğa vel-Edeb, Kâhire, 1417, c. III, s. 193; İbn Hacer, el-İsâbe, Beyrût, ts. Dâru İhyâi't-Türâs el-Arabî, c. III, s. 519; Ali el-Kârî,Mirkâtü'l-Mefâtîh, Beyrût, 1422, c. XI, s. 141, İbn Hacer, "Zübeyrî" yerine "Zeydî" sözcüğünü kullanmış. Ki istinsah hatası olabilir.


[35] Mısırlı ünlü düşünür ve araştırmacı Ali Sâmî en-Neşşâr da, bu tür anlatımların "târihî bir hata" olduğuna inanmaktadır. (Neş'etü'l-Fikri'l-Felsefî fil-İslâm, Kâhire, 1388, c. II, s. 47)


[36] Abdülkâhir el-Bağdâdî, el-Fark Beyn'el-Firak, s. 47; el-İsferâyînî, et-Tebsîr fid-Dîn, Beyrût, 1403, s. 33.


[37] Ayrıntılı bilgi için bk. Çuhacıoğlu, Sahâbenin Adâleti ve Ebû Hüreyre, s. 58-64.


[38] Ebul-Hasen el-Eş'arî, Makâlâtü'l-İslâmiyyîn, c. I, s. 35; el-Bağdâdî, el-Fark Beyn'el-Firak, s. 47; Ebul-Muzaffer el-İsferâyînî, et-Tebsîr fid-Dîn, Beyrût, 1403, s. 30; İbn Hallikân, Vefeyâtü'l-A'yân, Beyrût, 1397, c. IV, s. 172.


[39] el-Belâzürî, c. VI, s. 380; et-Taberî, c. III, s. 405, 438; İbnü'l-Esîr, c. III, s. 495.


[40] el-Bağdâdî, a.g.e., s. 38; el-İsferâyînî, a.g.e., s. 30; eş-Şehristânî, a.g.e., I, 197; Muhammed Ebû Zehra, Târîhu'l-Mezâhib el-İslâmiyye, Kâhire, ts. Dâru'l-Fikr el-Arabî, s. 39.


[41] Bu hususta şu eserlere bakılabilir: Murtazâ el-Askerî, el-Bedâ = http://www.aqaed.com/book/101/ (Erişim tarihi: 10.03.2014); Cafer Sübhânî, el-Bedâ fil-Kitâb ve's-Sünne, Kum, 1424, Müessesetü'l-İmâm Sâdık (a.s.).


[42] el-Eş'arî, Makâlâtü'l-İslâmiyyîn, c. I, s. 35; el-Mes'ûdî, Murûcü'z-Zeheb, Beyrût, 1411, c. III, s. 90-91; el-Bağdâdî, a.g.e., s. 38; İbn Hazm, el-Fisal, Beyrût, 1406, c. IV, s. 179; el-İsferâyînî, a.g.e., s. 30.


[43] Ebu'l-Huseyn el-Malatî, et-Tenbîh ver-Redd, Kâhire, 1397, s. 23. el-Malatî, bunun Muhtâr'ın "peygamber" olduğuna inanan bir fırka olduğunu belirtir.


[44] Keys, "son derece akıllı, uyanık, çok zeki" demektir.


[45] Ebû Cafer et-Tûsî, Ricâlü'l-Keşşî, Kum, 1427, s. 118; en-Neşşâr, a.g.e., c. II, s. 47.


[46] "Ebû Amre" künyesiyle de bilinen Keysân, mevâlî'den (azatlılardan) idi. bk. el-Belâzürî, a.g.e., c. VI, s. 395, 406; et-Taberî, a.g.e., c. III, s. 448, 484; İbn Kesîr, a.g.e., c. VIII, s. 294.


[47] ez-Zehebî, a.g.e., c. IV, s. 80; İbn Hacer, Lisânü'l-Mîzân, Beyrût, 1390, c. VI, s. 6.


[48] Kaynakları için bk. Çuhacıoğlu, a.g.e., s. 719.


[49] İbn Kuteybe, el-Me'ârif, Kâhire, 1992, s. 341; Ebû İshâk eş-Şîrâzî, Tabakâtü'l-Fukahâ, Beyrût, 1970, s. 53; ez-Zehebî, Siyer, c. III, s. 469-470; İbn Kesîr, a.g.e., c. IX, s. 215.


[50] İbn Hacer, et-Tehzîb, c. VI, s. 375.


[51] İbn Kuteybe, el-Me'ârif, s. 341; İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-Ğâbe, c. II, s. 531.


[52] ez-Zehebî, el-Kâşif, Cidde, 1413, c. I, s. 527; İbn Hacer, et-Takrîb, Beyrût, 1417, c. I, s. 371.


[53] el-Belâzürî, a.g.e., c. VI, s. 389, 418, 426; et-Taberî, a.g.e., c. III, s. 437, 438, 482; Muhsin Emîn,Esdaku'l-Ahbâr, Saydâ, 1331, s. 41.


[54] et-Taberânî, el-Kebîr, c. III, s. 113; el-Heysemî, a.g.e., c. IX, s. 314. el-Heysemî "İsnâdı hasendir." diyor.


[55] ez-Zehebî, el-Kâşif, c. I, s. 522; İbn Hacer, et-Takrîb, c. I, s. 369.


[56] el-Belâzürî, a.g.e., c. VI, s. 447; el-Fesevî, el-Ma'rife vet-Târîh, Beyrût, 1401, Ekrem Ziyâ, c. II, s. 775 & Beyrût, ts. Halîl Mansûr, c. III, s. 91; et-Taberî, a.g.e., c. III, s. 473; İbn'ül-Cevzî, a.g.e., c. VI, s. 60; Alâüddîn Moğoltay, İkmâlü Tehzîbi'l-Kemâl, Kâhire, 1422, el-Fârûk el-Hadîse Yay., c. VIII, s. 234; İbn Hacer, et-Tehzîb, c. VI, s. 375.


[57] ez-Zehebî, el-Kâşif, c. II, s. 439; İbn Hacer, et-Takrîb, c. II, s. 436.


[58] et-Taberî, c. III, s. 442, 445; İbn A'sem, el-Fütûh, Beyrût, 1411, c. VI, s. 229, 235; İbn Miskeveyh, Tecâribü'l-Ümem, Tahrân, 2000, c. II, s. 152, 158; Moğoltay, c. VIII, s. 234; İbn Kesîr, c. VIII, s. 292, 293.


[59] ez-Zehebî, el-Kâşif, c. I, s. 645; İbn Hacer, et-Takrîb, c. I, s. 463.


[60] İbn Ebî Hâtim, el-Cerh vet-Ta'dîl, Haydar'âbâd, 1371, c. III, s. 430; ez-Zehebî, el-Mîzân, c. II, s. 30, el-Kâşif, c. I, s. 385; İbn Hacer, et-Tehzîb, c. II, s. 132-133, et-Takrîb, c. I, s. 234.


[61] ez-Zehebî, el-Mîzân, c. II, s. 439; İbn Hacer, et-Tehzîb, c. III, s. 157, et-Takrîb, c. I, s. 399.


[62] ez-Zehebî, el-Kâşif, c. I, s. 334, el-Mîzân, c. IV, s. 293; İbn Hacer, et-Tehzîb, c. VI, s. 18-19, et-Takrîb, c. I, s. 321.


[63] eş-Şehristânî, a.g.e., c. I, s. 199; İbn'ül-Cevzî, a.g.e., c. VI, s. 61-62; İbn Kesîr, a.g.e., c. VIII, s. 307; İbnü'l-Verdî, Târîh, Beyrût, 1417, c. I, s. 167.


[64] Bu efsâne, Taberî Tarihi'nde (c. III, s. 476) geçen bir rivâyete dayanmaktadır. Rivâyetin senedinde "İshâk b. Yahyâ b. Talha" var: Kendisi bil-ittifak zayıf, metrûk ve hayli çürük bir râvî. (bk. ez-Zehebî, el-Kâşif, c. I, s. 204; İbn Hacer, et-Tehzîb, c. I, s. 122-123) Artı, rivâyetin başında bulunan "Tufeyl b. Ca'de b. Hübeyra" da tamamen meçhul birisi. Metinde, kürsü etrafında putperestliği andıran manzaralar ortaya çıkınca, Şebes'in "Sakın küfre düşmeyin!" diyerek onları uyardığı, bunun üzerine kendisinin tekme tokat bölgeden uzaklaştırıldığı belirtiliyor! Kerbelâ kâtillerinin öncülerinden olan Şebes'in "tevhîdî" bir mü'min olarak takdim edilmesi bile, söz konusu rivâyetin kimlerin başının altından çıkmış olabileceği konusunda bizlere fikir verebilir.


[65] Onlardan birisi de şudur: "Kendisinin istismar edilmesinin bizzat önüne geçmek isteyen Muhammed b. el-Hanefiyye Kûfe'ye gitmek istedi. Ancak Muhtâr'ın "Mehdî'nin belirtisi, kendisine kılıç vurulduğu zaman derisine işlememesidir!" görüşünü ortaya yayması üzerine bundan vazgeçti." (Algül, a.g.e., c. III, s. 98-99)

Hüseyin Algül'ün, Mustafa Asım Köksal'ın "Hz. Hüseyin ve Kerbelâ Fâciası" adlı eserinden naklettiği bu alıntıya, el-Bağdâdî (el-Fark, s. 47) ile el-İsferâyînî (et-Tebsîr, s. 33) de yer veriyor. Bu da dilci el-Esma'î'nin bir başka dilci ve kıraat âlimi olan Ebû Amr b. el-Alâ'dan rivâyet ettiği bilgiye (bk. el-Belâzürî, a.g.e., c. VI, s. 451) dayanmaktadır. Ebû Amr bu rivâyeti kimden duyduğunu belirtmiyor. Muhtâr, Ebû Amr dünyaya gelmeden üç yıl önce şehid düşmüş olduğuna göre, olayı bizzat görüp işitmiş olması mümkün değil. Yani arada "hayâlî" birisi var ve biz o kişinin kim ve nasıl birisi olduğunu bilmiyoruz!

Bir diğeri de şu: "Muhammed b. el-Hanefiyye'nin zuhûrunu bekleyen Keysâniyye, onun şu an diri olduğunu ve çıkmasına izin verilene dek Radvâ adı verilen bir dağda tutulduğunu iddia etmekteler." (el-Bağdâdî, el-Fark Beyne'l-Firak, s. 52; İbn Hazm, a.g.e., c. IV, s. 179) Mezkur iddianın kaynağını bulmak, bu kula nasip olmadı!


[66] İbn Hazm, a.g.e., c. IV, s. 176, el-Muhallâ, Beyrût, ts. Dâru'l-Fikr, Ahmed Muhammed Şâkir neşri, c. II, s. 89.


[67] İbn Abdilberr, a.g.e., c. III, s. 534; İbn Hacer, el-İsâbe, c. III, s. 518.


[68] İbnü'l-Cevzî, a.g.e., c. VI, s. 55.


[69] İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-Ğâbe, c. IV, s. 91-92.


[70] bk. et-Taberî, a.g.e., c. III, s. 451-470; İbn Kesîr, a.g.e., c. VIII, s. 293-297.


[71] Ebû Cafer et-Tûsî, a.g.e., s. 117.


[72] Ebû Cafer et-Tûsî, a.g.e., s. 117.


[73] Ebû Cafer et-Tûsî, a.g.e., s. 119.


[74] Ebû Cafer et-Tûsî, a.g.e. s. 117; el-Erdebîlî, Câmi'u'r-Ruvât, Kum, 1403, c. II, s. 221


[75] el-Erdebîlî, a.g.e., c. II, s. 221


[76] Ebul-Kâsım el-Hôî, Mu'cemü Ricâli'l-Hadîs, Necef, 1413, c. XIX, s. 102 vd.


[77] İbn Dâvûd, er-Ricâl, Necef, 1392, s. 277-278; Şeyh Hasan, et-Tahrîru't-Tâvûsî, Kum, 1411, s. 558-560; Ali el-Burûcerdî, Tarâifü'l-Mekâl fî Ma'rifet-i Tabakâti'r-Ricâl, Kum, 1410, c. II, s. 71


[78] İbn Ebil-Hadîd, a.g.e., c. II, s. 293; Hâşim Ma'rûf, el-İntifâdâtü'ş-Şî'ıyye, Beyrût, 1410, Dâru't-Te'âruf, s. 339.


[79] Ebû Cafer et-Tûsî, a.g.e., s. 118; Allâme el-Hıllî, el-Hulâsa, Kum, 1417, s. 276.


[80] Şeyh Müfîd, el-İrşâd, Kum, 1414, c. II, s. 41; İbn Nemâ el-Hıllî, Zevbü'n-Nudâr, Kum, 1418, s. 68; Abbâs el-Kummî, Müntehâ'l-Âmâl fî Tevârîhi'n-Nebiyyi vel-Âl, Lübnân, 1414, c. I, s. 435; Hüseyin el-Burâkî, Târîhu'l-Kûfe, Beyrût, 1424, s. 325; Muhsin Emîn, Esdaku'l-Ahbâr, s. 32; Hâşim Ma'rûf,a.g.e., s. 337.


[81] el-Ya'kûbî, Târîh, Beyrût, ts., c. II, s. 258; İbn Nemâ, a.g.e., s. 68-69; el-Burâkî, a.g.e., s. 338; Muhsin Emîn, a.g.e., s. 33; Hâşim Ma'rûf, a.g.e., s. 339.


[82] İbn Nemâ, a.g.e., s. 69; Muhsin Emîn, a.g.e., s. 33; Hâşim Ma'rûf, a.g.e., s. 339.


[83] Hâşim Ma'rûf, a.g.e., s. 340-341.


[84] Muhsin Emîn, a.g.e., s. 35-37; İbn Nemâ, a.g.e. s. 93.


[85] el-Ya'kûbî, a.g.e., c. II, s. 258; İbn Nemâ, a.g.e., s. 95-97; Muhsin Emîn, a.g.e., s. 39-40.


[86] el-Ya'kûbî, a.g.e., c. II, s. 258-259; İbn Nemâ, a.g.e., s. 98-142; el-Burâkî, a.g.e., s. 349-357; Muhsin Emîn, a.g.e., s. 41-87.


[87] el-Ya'kûbî, a.g.e., c. II, s. 259; İbn Nemâ, a.g.e., s. 144-145; Hâşim Ma'rûf, a.g.e., s. 347.


[88] el-Ya'kûbî, a.g.e., c. II, s. 262; en-Neşşâr, Ali Sâmî, a.g.e., c. II, s. 49.


[89] el-Ya'kûbî, a.g.e., c. II, s. 263-264; el-Burâkî, a.g.e., s. 359; Hâşim Ma'rûf, a.g.e., s. 353-354.


[90] el-Âmilî, Cafer Murtazâ, el-Hayâtü's-Siyâsiyye lil-İmâm el-Hasen, Beyrût, 1414, Dâru's-Sîre, s. 78; Muhsin Emîn, a.g.e., s. 60; Hâşim Ma'rûf, a.g.e., s. 349.


[91] İbn Nemâ, a.g.e., s. 146.


[92] Hâşim Ma'rûf, a.g.e., s. 334.


[93] Hâşim Ma'rûf, a.g.e., s. 335-336.


[94] Hâşim Ma'rûf, a.g.e., s. 348.


[95] İbn Ebil-Hadîd, a.g.e., c. VIII, s. 302.


[96] İbn'ül-Murtazâ, el-Münye vel-Emel, Dimaşk, 1988, s. 82-83.


[97] el-Buhârî, et-Târîhu'l-Kebîr, Haydar'âbâd, 1382, c. VIII, s. 435, et-Târîhu's-Sağîr, Beyrût, 1406, c. I, s. 174; Ebû Nuaym, Ma'rifetü's-Sahâbe, Riyâd, 1419, c. VI, s. 3059; İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-Ğâbe, c. V, s. 133.


[98] İbn Ebî Hâtim, el-Cerh vet-Ta'dîl, c. IX, s. 319; İbnü'l-Esîr, Üsd'ül-Ğâbe, c. V, s. 133.


[99] ez-Zehebî, et-Tecrîd, Beyrût, ts. Dâru'l-Ma'rife, c. II, s. 213.


[100] Buhârî, el-Kebîr, c. IV, s. 78; İbn Ebî Hâtim, a.g.e., c. IV, s. 171.


[101] Hatîb el-Bağdâdî, el-Câmi' li-Ahlâki'r-Râvî ve Âdâbi's-Sâmi', Riyâd, 1403, Mektebetü'l-Meârif, c. I, s. 131; İbn'ül-Cevzî, el-Muntazam, c. VI, s. 62, el-Mevzû'ât, Medîne, 1386, c. I, s. 39.


[102] et-Tevhîdî, el-Besâir vez-Zehâir, Beyrût, 1408, c. IV, s. 36.


[103] es-Süyûtî, el-Leâlî el-Masnû'a, Beyrût, 1417, c. II, s. 389.


[104] Ebû Zehv, el-Hadîs vel-Muhaddisûn, Kâhire, 1378, s. 96.


[105] Ekrem Ziyâ, el-Buhûs fî Târîhi's-Sünne, Medîne, 1405, s. 18.


[106] Kandemir, a.g.e., s. 62 (dipnot).


[107] Kırbaşoğlu, Alternatif Hadis Metodolojisi, Ankara, 2002, Kitabiyat, s. 126 (dipnot).


[108] Ömer Fellâte, el-Vad' fil-Hadîs, Dimaşk-Beyrût, 1401, c. I, s. 213.


[109] Musa Bağcı, Hadis Tarihi, Ankara, 2009, s. 121-122.


[110] Accâc el-Hatîb, a.g.e., s. 195-196 (dipnot).


[111] Esmâ Mahmûd, es-Sünnetü'n-Nebeviyye, Horfekkân/BAE, 1413, s. 12.


[112] el-Cûzcânî, Ahvâlü'r-Ricâl, Faysal'âbâd, Pakistan, 1411, c. I, s. 25; İbn Receb, Şerhu 'Ileli't-Tirmizî, Riyâd, 1421, Hemmâm Saîd neşri, c. I, s. 356 & Kâhire, 1398, Nureddîn Itr neşri, c. I, s. 53.


[113] bk. Çuhacıoğlu, Peygamberimizin Dilinden Hz. Ali, İstanbul, 2012, s. 26.


[114] İbn Ebî Hâtim, a.g.e., c. VIII, s. 43; el-Mizzî, Tehzîbü'l-Kemâl, Beyrût, 1400, c. XXVI, s. 166; İbn Hacer, et-Tehzîb, c. V, s. 215, el-İsâbe, c. III, s. 519.


[115] el-Buhârî, es-Sağîr, c. I, s. 175.


[116] et-Taberî, a.g.e., c. III, s. 272; İbnü'l-Esîr, a.g.e., c. III, s. 380; Alâüddîn Moğoltay, a.g.e., c. X, s. 289; İbn Kesîr, a.g.e., c. VIII, s. 159.


[117] et-Taberî, a.g.e., c. III, s. 462; Alâüddîn Moğoltay, a.g.e., c. X, s. 289.


[118] el-Cûzcânî, a.g.e., I, 26; el-Beyhakî, el-Medhal ile's-Sünen, Kuveyt, ts. Dâru'l-Hulefâ, s. 132; İbn Receb, a.g.e., c. I, s. 355-356 (Hemmâm Saîd neşri) & c. I, s. 52. (Nureddîn Itr neşri)


[119] el-Belâzürî, a.g.e. c. VI, s. 391, c. XIII, s. 198; et-Taberî, a.g.e., c. III, s. 444; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, c. IV, s. 34.


[120] ez-Zehebî, el-Mîzân, c. II, s. 270; İbn Hacer, et-Takrîb, c. I, s. 337.


[121] el-Cûzcânî, a.g.e., c. I, s. 27; İbn Receb, a.g.e., c. I, s. 356 (Hemmâm Saîd neşri) & c. I, s. 52-53 (Nureddîn Itr neşri).


[122] ez-Zehebî, el-Mîzân, c. IV, s. 482-483.


[123] Abdullâh b. Ahmed, el-'Ilel ve Ma'rifetü'r-Ricâl, Riyâd, 1422, c. III, s. 380; İbn Receb, a.g.e., c. I, s. 355 (Hemmâm Saîd neşri) & c. I, s. 52 (Nureddîn Itr neşri).


[124] ez-Zehebî, el-Mîzân, c. I, s. 379; İbn Hacer, et-Takrîb, c. I, s. 128, et-Tehzîb, c. I, s. 409-410.


[125] Hatîb el-Bağdâdî, el-Câmi' li-Ahlâki'r-Râvî ve Âdâbi's-Sâmi', c. I, s. 130.


[126] ez-Zehebî, el-Mîzân, c. IV, s. 324; İbn Hacer, Lisânü'l-Mîzân, c. VI, s. 209-210.


[127] Müslim, es-Sahîh, mukaddime, 5. bab; Tirmizî, el-'Ilelü's-Sağîr (Sünen, c. V, s. 739).


[128] Kandemir, a.g.e., s. 96.


[129] el-Belâzürî, a.g.e., c. VI, s. 454.


[130] et-Taberî, a.g.e., c. III, s. 458; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, c. IV, s. 43.


[131] İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, Beyrût, 1427, Avvâme neşri, c. XVI, s. 82; el-Belâzürî, a.g.e., c. VI, s. 446.


[132] el-Belâzürî, a.g.e., c. VI, s. 446.


[133] et-Taberânî, el-Evsat, Kâhire, 1415, c. I, s. 283; İbn Kesîr, a.g.e., c. VI, s. 265, c. VIII, s. 321; el-Heysemî, a.g.e., c. VII, s. 643.


[134] Ayrıntılı bilgi için bk. Çuhacıoğlu, Sahâbenin Adâleti ve Ebû Hüreyre, s. 714-723.


[135] İbn Sa'd, et-Tabakâtü'l-Kübrâ, Beyrût, 1405, c. VI, s. 386; ez-Zehebî, el-Mîzân, c. IV, s. 499-503; İbn Hacer, et-Takrîb, c. II, s. 406.


[136] Ahmed, el-Müsned, Kâhire, ts. Müesseset-ü Kurtuba, c. I, s. 220.


[137] el-Buhârî, es-Sahîh, fedâilü'l-kur'ân, s. 16.


[138] el-Beyhakî, Şu'abu'l-Îmân, Riyâd, 1423, c. I, s. 343-344 (Hadis no: 170).


[139] el-Fesevî, a.g.e., c. II, s. 32, 255 (Ekrem Ziyâ) & c. II, s. 20, 149 (Halîl Mansûr); el-Beyhakî,Delâilü'n-Nübüvve, Beyrût, 1405, c. VI, s. 483; ez-Zehebî, Siyer, c. III, s. 539, Târîhu'l-İslâm, Beyrût, 1413, c. V, s. 227, c. VII, s. 129-130; İbn Kesîr, a.g.e., c. VI, s. 265-266.


[140] el-Fesevî, a.g.e., c. II, s. 31 (Ekrem Ziyâ) & c. II, s. 19 (Halîl Mansûr); et-Taberî, a.g.e., c. III, s. 468, 469; İbn Kesîr, a.g.e., c. VIII, s. 303, 304.


[141] el-Belâzürî, a.g.e., c. VI, s. 418; et-Taberî, a.g.e., c. III, s. 469; İbn Kesîr, a.g.e., c. VIII, s. 304.


[142] İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-Ğâbe, Beyrût, 1418, c. I, s. 64.


[143] et-Taberî, a.g.e., c. III, s. 487; İbn'ül-Cevzî, el-Muntazam, c. VI, s. 64; İbnü'l-Esîr, a.g.e., c. IV, s. 65; Algül, a.g.e., c. III, s. 100.


[144] et-Taberî, a.g.e., c. III, s. 496; İbnü'l-Esîr, a.g.e., c. IV, s. 69; İbn Kesîr, a.g.e., c. VIII, s. 316.


[145] Ebû Ya'lâ (= İbn Kesîr, Câmi'u'l-Mesânîd, Beyrût, 1419, c. III, s. 107); et-Taberânî, el-Kebîr, c. V, s. 212; el-Heysemî, c. VII, s. 643; İbn Kesîr, a.g.e., c. VIII, s. 321.


[146] ez-Zehebî, el-Mîzân, c. I, s. 364; el-Heysemî, a.g.e., c. VII, s. 643; İbn Hacer, el-Lisân, c. II, s. 77.


[147] Ebû Dâvûd et-Tayâlisî, el-Müsned, Mısır, 1419, c. II, s. 615; Ahmed, a.g.e., c. V, s. 223; el-Fesevî, a.g.e., c. III, s. 192-193 (Ekrem Ziyâ) & c. III, s. 245-246 (Halîl Mansûr); İbn Ebî Âsım, el-Âhâd vel-Mesânî, Riyâd, 1411, c. IV, s. 316-317 (Hadis no: 2344); Ebû Cafer et-Tahâvî, Şerh-u Müşkili'l-Âsâr, Beyrût, 1414, c. I, s. 192; et-Taberânî, el-Evsat, c. VII, s. 136; İbnü'l-Esîr, Üsd'ül-Ğâbe, c. III, s. 368; ez-Zehebî, Siyer-u A'lâmi'n-Nübelâ, c. III, s. 539, Târîhu'l-İslâm, c. V, s. 226.


[148] Ebû Dâvûd et-Tayâlisî, a.g.e., c. II, s. 615; Hâkim, el-Müstedrek, Beyrût, ts. Dâru'l-Ma'rife, c. IV, s. 353; el-Beyhakî, es-Sünenü'l-Kübrâ, Mekke, 1414, c. IX, s. 142.


[149] Ahmed, a.g.e., c. VI, s. 394; İbn Mâce, es-Sünen, diyât, 33. bab; İbn Adiy, el-Kâmil, Beyrût, 1409, c. IV, s. 172.


[150] ez-Zehebî, el-Mîzân, c. IV, s. 553; İbn Hacer, et-Takrîb, c. II, s. 442.


[151] İbn Adiy, a.g.e., c. IV, s. 171-172; ez-Zehebî, el-Mîzân, c. II, s. 511; İbn Hacer, et-Takrîb, c. I, s. 426.


[152] et-Taberânî, el-Evsat, c. VIII, s. 5.


[153] ez-Zehebî, el-Mîzân, c. III, s. 402; İbn Hacer, et-Takrîb, c. II, s. 139.


[154] Abdürrazzâk, el-Musannef, Beyrût, 1403, c. V, s. 300 (Hadis no: 9679).


[155] Halîfe, Târîh, Beyrût, 1397, Ekrem Ziyâ neşri, s. 263; et-Taberî, a.g.e., c. III, s. 434, 456-458; Moğoltay, a.g.e., c. IV, s. 390-391; İbn Hacer, et-Tehzîb, c. II, s. 171; Muhsin Emîn, Esdaku'l-Ahbâr, s. 63.


[156] İbn Nemâ, a.g.e., s. 92; el-Meclisî, Bihâru'l-Envâr, Beyrût, 1403, c. XLV, s. 363. Ancak söz konusu anlatımı, el-Merzübânî'nin adı geçen kitabının mevcut baskılarında bulamadık.


[157] el-Belâzürî, a.g.e., c. VI, s. 443; et-Taberî, a.g.e., c. III, s. 494; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, c. IV, s. 70; İbn Kesîr, a.g.e., c. VIII, s. 318.


[158] el-Mes'ûdî, a.g.e., c. III, s. 113-114.


[159] İbn Kuteybe, el-Me'ârif, Kâhire, 1992, s. 401.


[160] el-Bağdâdî, el-Fark Beyne'l-Firak, s. 46, 47.


[161] İbn Hazm, Cemherat-ü Ensâbü'l-Arab, Beyrût, 1403, s. 268.


[162] el-Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve, c. VI, s. 482, 483.


[163] el-İsferâyînî, a.g.e., s. 33.


[164] Ebûbekir İbnü'l-Arabî, Ârizatü'l-Ahvezî bi-Şerh-i Sahîhi't-Tirmizî , Beyrût, ts., c. IX, s. 63.


[165] eş-Şehristânî, a.g.e., c. I, s. 198.


[166] İbn'ül-Cevzî, el-Muntazam, c. VI, s. 67.


[167] el-Kurtubî, el-Müfhim li-mâ Eşkele min Telhîs-i Kitâb-i Müslim, Dimaşk-Beyrût, 1417, c. VI, s. 504.


[168] en-Nevevî, a.g.e., c. XVI, s. 100.


[169] İbn Teymiyye, Minhâcü's-Sünne, c. II, s. 69-70, c. IV, s. 329, 567, c. VI, s. 340, c. VIII, s. 148,el-Fetâvâ'l-Kübrâ, Beyrût, 1408, c. I, s. 196, Mecmû'u'l-Fetâvâ, Mısır, 1426, Dâru'l-Vefâ, c. XXV, s. 301.


[170] ez-Zehebî, el-Mîzân, c. IV, s. 80, Siyer, c. III, s. 539, Târîhu'l-İslâm, c. V, s. 50, el-'Iber, Beyrût, 1405, Tahkik: Ebû Hâcer Zeğlûl, c. I, s. 55.


[171] el-Yâfi'î, Mir'âtü'l-Cinân, Beyrût, 1417, Halîl Mansûr neşri, c. I, s. 115.


[172] İbn Kesîr, a.g.e., c. VI, s. 265, c. VIII, s. 302-303, 320-321.


[173] İbn Haldûn, Târîh-u İbn Haldûn, Beyrût, 1408, Dâru'l-Fikr, c. II, s. 370.


[174] el-Übbî, İkmâl-ü İkmâli'l-Mu'lim (Şerh-u Sahîh-i Müslim), Kâhire, 1328, c. VI, s. 368.


[175] İbn Hacer, Lisânü'l-Mîzân, c. VI, s. 6.


[176] es-Süyûtî, Târîhu'l-Hulefâ, Mekke, 1425, s. 162, ed-Dîbâc alâ Müslim, Suûdiyye, 1416, c. V, s. 490, Kûtü'l-Muğtezî alâ Câmi'i't-Tirmizî, Mekke, 1414, c. II, s. 1051.


[177] Ali el-Kârî, Mirkâtü'l-Mefâtîh Şerhu Mişkâti'l-Mesâbîh, Beyrût, 1422, c. XI, s. 140.


[178] el-Münâvî, Feyzu'l-Kadîr, Beyrût, 1972, c. II, s. 473, c. IV, s. 455.


[179] İbnü'l-Imâd, Şezerâtü'z-Zeheb, Dimaşk-Beyrût, 1406, c. I, s. 293.


[180] Kezzâb "çok yalancı, düzenbaz", Mübîr ise "kan dökücü" demektir.


[181] en-Nevevî, a.g.e., c. XVI, s. 100.


[182] Ebû Dâvûd et-Tayâlisî, a.g.e., c. III, s. 211; Müslim, fedâil-i sahâbe, s. 229; el-Belâzürî, a.g.e., c. VII, s. 130; et-Taberânî, el-Kebîr, c. XIV, s. 194, c. XXIV, s. 102; Hâkim, a.g.e., c. III, s. 553; el-Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve, c. VI, s. 481, 486.


[183] İbn Sa'd, a.g.e., c. VIII, s. 254; Ahmed, a.g.e., c. VI, s. 351; Ebû Ya'lâ (=İbn Kesîr, el-Bidâye, c. IX, s. 140); Hâkim, a.g.e., c. IV, s. 526. İsnâdı Buhârî ile Müslim'in şartlarına göre sahih bir hadis.


[184] et-Tayâlisî, a.g.e., c. III, s. 435; Ahmed, a.g.e., c. II, s. 26, 87, 91, 92; Tirmizî, es-Sünen, fiten, s. 44, menâkib, s. 74; el-Beğavî, Şerhu's-Sünne, Dimaşk-Beyrût, 1403, c. XIII, s. 308. İsnâdı hasen bir hadis.


[185] İbn Ebî Şeybe, a.g.e., c. XXI, s. 254; Ahmed, a.g.e., c. II, s. 236, 313, 450, 457, 527, 530; Buhârî, menâkib, s. 22, fiten, s. 23; Müslim, fiten, s. 84; Ebû Dâvûd, es-Sünen, melâhim, s. 16; Ebû Ya'lâ, el-Müsned, Dimaşk, 1404, c. X, s. 350, c. XI, s. 394.


[186] Ahmed, a.g.e., c. V, s. 278. İsnâdı Müslim'in şartlarına göre sahih bir hadis.


[187] et-Taberânî (=el-Heysemî, c. V, s. 567). İsnâdı hasen bir hadis.


[188] Ahmed, a.g.e., c. III, s. 345; el-Bezzâr (=el-Heysemî, c. VII, s. 642). İsnadı hasen bir hadis.


[189] Ebû Ya'lâ, a.g.e., c. X, s. 68. İsnâdı zayıf bir hadis.


[190] İbn Ebî Şeybe, a.g.e., c. XXI, s. 224; Ahmed, a.g.e., c. V, s. 16; et-Taberânî, el-Kebîr, c. VII, s. 189, 191, 192; Hâkim, a.g.e., c. I, s. 330; el-Heysemî, a.g.e., c. II, s. 449, c. VII, s. 656. İsnâdı hasen bir hadis.


[191] Ahmed, a.g.e., c. V, s. 46. İsnâdı zayıf bir hadis.


[192] İbn Ebî Şeybe, a.g.e., c. XXI, s. 253. İsnâdı sahih -mürsel- bir hadis.


[193] İbn Ebî Şeybe, a.g.e., c. XVI, s. 88; el-Bezzâr, el-Müsned, Medîne, 1409-1430, c. VI, s. 183; Ebû Ya'lâ, a.g.e., c. XII, s. 197; İbn Adiy, a.g.e., c. VI, s. 174; el-Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve, c. VI, s. 481; el-Heysemî, a.g.e., Mecma'u'z-Zevâid, c. X, s. 64.


[194] el-Belâzürî, a.g.e., c. III, s. 479, c. VI, s. 445; İbn A'sem, a.g.e., c. VI, s. 294; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, c. IV, s. 72.


[195] el-Belâzürî, a.g.e., c. III, s. 479, c. VI, s. 445; İbnü'l-Esîr, a.g.e., c. IV, s. 72.


[196] et-Taberî, a.g.e., c. III, s. 493.


[197] Yukarıda, Muhtâr'ın nübüvvet iddiasında bulunduğunu ileri sürenlerin dayandığı 6. delile bk.


[198] el-Belâzürî, a.g.e., c. VII, s. 34.


[199] Haccâc'ın Abdurrahmân b. Ebî Leylâ'dan "üç yalancıya; Ali b. Ebî Tâlib, Abdullâh b. Zübeyr ve Muhtâr'a lanet etmesini" istemesi ve onun tevriyeli cevabı için bk. İbn Sa'd, c. VI, s. 112-113; el-Belâzürî, a.g.e., c. VII, s. 382-383, c. XIII, s. 360; el-Fesevî, a.g.e., c. II, s. 617, 618 (Ekrem Ziyâ) & c. III, s. 3 (Halîl Mansûr).


[200] el-Belâzürî, a.g.e., c. VI, s. 447.


[201] el-Belâzürî, a.g.e., c. VI, s. 445.


[202] İbn Ebî Şeybe, a.g.e., c. X, s. 565; el-Belâzürî, a.g.e., c. VI, s. 451; İbn Hazm, el-Muhallâ, c. IX, s. 153; İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-Ğâbe, c. IV, s. 92, el-Kâmil, c. IV, s. 72; el-Aynî, Umdetü'l-Kârî, c. VII, s. 311.

Bu konuda aksi yönde bir rivâyet de var. (bk. el-Belâzürî, a.g.e., c. VI, s. 451) Ancak İbnü'l-Esîr'in (el-Kâmil, c. IV, s. 72) onu kâle almadığını görmekteyiz.


[203] el-Belâzürî, a.g.e., c. VI, s. 445; et-Taberî, a.g.e., c. III, s. 494; İbn'ül-Cevzî, el-Muntazam, c. VI, s. 66; Hüseyin el-Burâkî, a.g.e., s. 358.


[204] ez-Zehebî, el-Mîzân, c. III, s. 574; İbn Hacer, et-Takrîb, c. II, s. 176.


[205] et-Taberî, a.g.e., c. III, s. 462; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, c. IV, s. 45; İbn Kesîr, el-Bidâye, c. VIII, s. 300.


[206] el-Belâzürî, a.g.e., c. III, s. 479, c. VI, s. 445, 446; İbn A'sem, a.g.e., c. VI, s. 294; İbnü'l-Esîr,el-Kâmil, c. IV, s. 72.


[207] el-Belâzürî, a.g.e., c. VI, s. 446.


[208] el-Mes'ûdî, Murûcü'z-Zeheb, c. III, s. 87.


[209] el-Belâzürî, a.g.e., c. VI, s. 446.


[210] Âmir eş-Şa'bî ile ilgili yukarıda verilen bilgiler ışığında; Muhtâr'la ilgili menfî propagandada kendisinin bir katkısının olmadığını, o nedenle İbnü'l-Esîr'in bu noktada yanılmış olabileceğini düşünüyoruz.


[211] İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-Ğâbe, c. IV, s. 91-92.


[212] en-Neşşâr, a.g.e., c. II, s. 46-47.


[213] en-Neşşâr, a.g.e., c. II, s. 47-48.


[214] en-Neşşâr, a.g.e., c. II, s. 48-49.


[215] en-Neşşâr, a.g.e., c. II, s. 50.


[216] en-Neşşâr, a.g.e., c. II, s. 51-53.


[217] en-Neşşâr, a.g.e., c. II, s. 49.





Kaynak: İNTİZAR, üç aylık inanç ve düşüce dergisi, C: 1, S: 2, Bahar 2014, ss. 67-112



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder