4 Ocak 2016 Pazartesi

LAİKLİK, SEKÜLERİZM VE SEKÜLER-DİN : Özgürlük arayışıyla başlayan sekülerizmin nihaî sonu kula kulluktu. Kula kulluğun getirdiği tahakküm ilişkisinin ise zalimlik veya mazlumluk dışında seçeneği yoktu; mazlum olmak istemeyen, zalim olmaya mecburdu. Zira insanlar arası ilişkide zulüm ile korku, ikiz kardeştir; zalimler korkak, korkaklar zalim insanlardır.



Özgürlükten kulluğa


İkisi de Katolik Hıristiyanlığa tepkiden doğmuş olsalar da laiklik ile sekülerizm, farklı anlamlara sahip doktrinlerdir. Laiklik, Fransa’nın merkezinde yer aldığı Katolik dünyada Kilise ile Devlet arasındaki müzmin mücadeleden galip çıkan Devlet’in kendini korumak için geliştirdiği anayasal doktrindir. “Tanrı ile İnsan” arasında ilişkinin zamanla “Tanrıya karşı İnsan” ilişkisine dönüştüğü sekülerizm ise Yahudilik ile Protestanlığın eseridir. Yahudi-Protestan cephe, geleneksel olarak Katolikliğe karşı Avrupa’nın solunu temsil ederken XIX. asırda zirveye çıkan sekülerleşme süreci sonunda Batı’nın sağı, hâkim gücü olmuştur. Sekülerizm, Yahudilik-Protestanlığın felsefî, Siyonizm ise siyasî ideolojisidir. Bu anlamda Siyonizm sanıldığı gibi Yahudiliğe ait dinî bir ideoloji değil, Yahudi-Protestan Batı’nın emperyalizm ideolojisidir.

Katolik Hıristiyanlık, insanı tanrılaştırdı, Yahudilik ve Protestanlık ise tanrıyı insanlaştırarak kula kulluğu getiren sekülerizme vücut verdi. Sekülerizm, onu hiçe sayan kahhar küllî iradeye karşı insanın cüz’î iradesinin savunulduğu hümanizm, irade özgürlüğü arayışı olarak başladı; özgürlük arayışı ise sonunda deizme vardı. İlahî ile beşerî irade arasında uyum imkânının kaybolması, bizzat iradenin ortadan kaldırılacağı deizme dayalı mekanistik bir evren tasavvuruna yol açtı. Antik Yunan oyunlarındaki deusexmachina gibi evren, tabiat, toplum, birer mekanik Tanrı haline getirildi. Ancak seküler dünya görüşü bir taraftan iradeyi mahkûm ederken diğer taraftan iradenin gerekleri olan bilgi ve kudret (bilim ve ekonomi) patlamasının yolunu açmıştı.Biriken muazzam kudret, hangi irade yolunda kullanılacaktı? Bu durumda araçlar amaçları, iradeyi belirleyecekti. Ne kadar ürkütücü de olsa tanıdığı, tanımadığı şeyden ehven gelir insana. Bu yüzden esrarengiz bir Tanrı’nın iradesi yerine insan, Şeytan, Leviathan veya bu gücü ele geçiren Prometheus’un (günahkâr hemcinsinin) iradesine tâbi olmayı, kula kulluğu tercih etti.

Özgürlük arayışıyla başlayan sekülerizmin nihaî sonu kula kulluktu. Kula kulluğun getirdiği tahakküm ilişkisinin ise zalimlik veya mazlumluk dışında seçeneği yoktu; mazlum olmak istemeyen, zalim olmaya mecburdu. Zira insanlar arası ilişkide zulüm ile korku, ikiz kardeştir; zalimler korkak, korkaklar zalim insanlardır. Medine’nin dışında ağaçların altında tek başına uyuyan Hz. Ömer ile Roma elçisinin karşılaşması örneğinde olduğu gibi, ancak adil olan emindir. Eğer insan, Hz. Ömer gibi Allah’tan hakkıyla korkarsa hiç kimseden ve şeyden korkmaz ve zulm etmez. Bazı Müslümanlarda olduğu gibi yanlış korkuyorsa zulme ve şiddete düşebilir. Sekülerizmde olduğu gibi Allah’tan hiç korkmuyorsa kendisinden başlayarak herkese, her şeye zulm eder.

Kur’âncılıktan tekfirciliğe

Batı’da özgürlük arayışının kula kulluğun ve ontik şiddetin sistemleştirildiği deizme dayalı sekülerizmle sonuçlandığını söyledik. Çağdaş İslâm dünyasındaki şiddet de radikal “tevhidî bilinç” söylemiyle kendini gösteren gizli deizmden kaynaklanmaktadır. Modern ulus-devletleri çağının doğurduğu radikalizm=İslamizm, bir ifrattı; ulus-devletlerinin çözülmeye başladığı İslâmcılık sonrası süreçte ifrat ve tefritler daha da arttı. Batı’da teizm denen rubûbiyetin kanalı nübüvvettir; kul, gönderdiği peygamberle ancak Rabbini tanır ve sayar. Dolayısıyla ulûhiyet rubûbiyete, millet şeriata, “tevhid/şirk” ayırımı “iman/küfür” ayırımına bağlıdır. İbni Teymiye gibi âlimlerin yaptığı rubûbiyet tevhidi, Allah’tan başka Firavun gibi sahte rablerin inkârı, yani “rubûbiyet makamı”nın tevhidi demektir; “risâlet” kavramı altında toplanabilecek meleklik, nübüvvet ve velayet gibi “rubûbiyet kanalı”nın değil. Bu açıdan ulûhiyet ile rubûbiyet tevhidi fiilen birbirinden ayrılamaz. Bugün olduğu gibi sözde tevhidî bilinç, ulûhiyet tevhidi diye şefaat, mucizeler, gavsiyet ve rabıta vesilesiyle risâletin inkârı, Müslümanları gizli bir deizme götürmektedir.

Şiddeti besleyen bu gizli deizmin göstergesi, Kur’ân vurgusu, mealcilik ve tekfirciliktir. Sözde tevhidî bilinç adına peygamber ve varisleri âlimler (veliler) gibi dinî otoriteler, rubûbiyet kanallarının, “Kur’ân’a dönüş, Kur’ân’daki din, uydurulan din” gibi sloganlarla kendini gösteren hadis ve sünnetin inkârının adresi deizmdir. Hadisin okunduğu, sünnetin yaşandığı bir toplumda edeb ve barış hâkim olur; buna karşılık tekfircilik ise şiddeti besler. Mesela Mısır’da hadis usûlüne dair bir risale bile yazan Hasan Bennâ’nın 1940’lı yıllarda hadis-sünnet temelli olarak başlattığı İhvan-ı Müslimîn hareketiyle bilahare 1970’li yıllarda Şükrü Mustafa’nın liderliğinde Hicre ve Tekfir grubu adıyla ortaya çıkan tekfirci hareketlerin mukayesesi, bu tespitimizi doğrular.

Sünnetten barışa

Dahası Hz. Ali’nin tavsiyesi, bu tespitimizin bir abartı olmadığını gösterir. İslâm tarihinde siyasî tutumları meşrûlaştırmak için Kur’ân’ın istismarı, Hâricîler ile başlamıştı. Tahkîm olayının bâtıl olduğuna delil olarak Mâide sûresinin 44, 45 ve 47. ayetlerinde geçen “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerdir... zâlimlerdir... fasıklardır” ifadelerini göstermişlerdir. Hâricî zihniyetin sloganı haline gelen “Lâ hükme illâ lillâh” ifadesi, bu ayetlerden alınmıştır. Hâricî zihniyeti, bağlamından kopuk, lafızcı ve “Her âyetin her durum için bir mesajı olduğu” mantığıyla Kur’ân âyetlerini keyfî yorumlamıştır. Hz. Ali’nin “Bâtılın murad edildiği hak bir kelime” sözü, Kur’ân’ın istismarına karşı tepkinin klasik ifadesi olarak tarihe geçmiştir.

Bu yüzden Hz. Ali, İbni Abbas’ı Hâricîlerle tartışmaya gönderirken “Git onlarla tartış, ama onlara karşı Kur’ân’dan delil getirme, çünkü Kur’ân âyetlerinin, çeşitli yorumlara açık yönleri vardır (zûvucûh), onlara karşı Sünnet’ten delil getir” demiştir. Başka bir rivayette ise İbni Abbas, Hz. Ali’nin bu ifadelerine karşılık, “Ey müminlerin emiri! Ben Allah’ın Kitâbını onlardan daha iyi bilirim, nitekim Kur’ân bizim evlerimize inmiştir” deyince Hz. Ali, “Haklısın, ancak Kur’ân, çeşitli anlamlara gelebilir, sen bir şey söylersin, onlar başka bir şey söylerler. Onlarla sünnetler üzerinden tartış, bu takdirde kaçacak yer bulamazlar” diye cevap vermiştir. Nitekim İbni Abbas, Sünnet’ten delil getirince Hâricîlerin söyleyecek bir sözü kalmamıştır.

Lafzen “barıştırmak” anlamına gelen İslâm’ın mensupları bizlerin evrensel barışın inşası için hadis ve sünnete dönmekten, yeniden hakikî anlamda ehl-i sünnet ve cemaat olmaktan başka çaremiz yoktur.

Prof. Dr. Bedri Gencer


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder