Dünyanın En ahlâksız düşmanlarıyla Savaşıyoruz. Silahımızsa Duâmız , İmanımız, Milletimiz VATAN'ımızdır.. Fitne Yeryüzünden Kalkıncaya ve Din Yalnız Allah'ın Oluncaya Kadar Onlarla Savaşın.(Enfal-39)
Dini kelimelerin sözlük manasına değil, ıstılah manasına bakmak gerekir. Gaflet, Allahü teâlâyı unutmak demektir. Her ne şekilde olursa olsun, Allahü teâlâyı hatırlamak ise gafletten kurtulmak olur. Dinin emirlerini gözeterek yapılan bütün işler, alış verişler, yiyip içmeler, gafletten kurtulmak ve Allahü teâlâyı hatırlamak demektir.
Evine, camiye rastgele sağ ayakla giren kimse, gafletle girdiği için sevap alamaz. Sünnet olduğunu düşünerek sağ ayakla girerse sevap alır. Bunun için gafleti yenmeye çalışmalıdır! Kur'an-ı kerimde mealen (Gafillerden olma) buyuruluyor. (Araf 205)
Hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki: (Gaflet üzere uyuyan, Kıyamette öyle dirilir. O halde kendinizi Allahü teâlâyı anarak uyumaya alıştırın!) [Deylemi]
(Gafiller arasında Allahü teâlâyı anan, kuru çalılar arasındaki yeşil ağaç gibidir.) [Ebu Nuaym]
Gafletin sonu pişmanlıktır. Gaflet, nimeti yok eder, hizmetleri engeller. Gaflet uykusunun sonu, sonsuz pişmanlık olabilir. Salihlerden biri, hocasını rüyada görüp sual eder: - Kıyamette en büyük pişmanlık nedir? Hocası buyurur ki: - Gafletin neticesi olan pişmanlık...
Zünnun-i Mısri hazretlerini rüyada görüp sual ederler: - Vefatından sonra sana ne yaptılar? - Allahü teâlâ bana buyurdu ki: (Beni sevdiğini söylerdin; fakat benden gafil olurdun. Bu ise yalancılıktır.) --------------------------------- Zünnun-i Mısri hazretlerine böyle denirse, bizlere ne söylenmez? Yine rüyada görülen birçok kimse, dünyada gaflet içinde yaşadığını söyler. Bunun için hadis-i şerifte (İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar) buyurulmaktadır. Ölmeden önce uyanmak gerekir. İş işten geçtikten sonra uyanmak faydasızdır.
Azrail aleyhisselamla kardeş gibi görüşen Yakub aleyhisselam dedi ki: - Senden bir ricada bulunacağım. Ecelim yaklaşınca bana önceden haber ver! - Sana iki-üç haberci gönderirim. Bir müddet sonra Azrail aleyhisselam yine gelir. Yakub aleyhisselam sual eder: - Ziyaretime mi geldin? - Hayır, canını almaya geldim. - Nasıl olur, hani bana iki-üç haberci gönderecektin? - Sana üç haberci gelmedi mi? Saçların siyahken ağarmadı mı? Vücudun kuvvetli iken zayıflamadı mı? Dimdik dururken şimdi belin bükülmedi mi?
Haberci istiyorsak çoktur. Her gün çeşitli sebeplerle ölenlere veya mezarlara bakmak kâfidir. Muhakkak olacak şeyi oldu bilmek gerekir! Ölüm muhakkaktır. Azrail aleyhisselam geldiği zaman, hazırım diyebilmelidir.
Şakik-i Belhi hazretleri buyuruyor ki: (İnsanlar üç şey söylerler. Fiilleriyle ona muhalefet ederler. 1- Biz kuluz derler, fakat şef gibi yaşarlar. 2- Allah bizim rızkımıza kefildir derler. Fakat kalblerini rızık kazanmakla meşgul ederler. 3- Elbet biz de öleceğiz derler. Fakat hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya sarılırlar.)
Adamın biri çuvalı kaybeder, arar bulamaz. Namaza durunca hatırlar. Kölesi adama, (Sen namaz kılmıyor, çuval mı arıyordun?) der. Adam köleyi ikazından dolayı azat eder. Her işi gafletten uzak yapmaya çalışmalıdır!
Gaflete sebep olanlar İnsanların gaflete, hatta günaha, isyana, küfre dalması çeşitli sebepler yüzünden olur. Bunlar insandan insana değişmekle beraber, cehalet, kibir, dostunu düşmanını tasnif edememesi genel olup, bunların başında gelir. İnsanın gafletine sebep olan çok şey varsa da üçü önemlidir: 1- İnsanı tanımamak, yaratılış gayesini bilmemek 2- İşlerin sebeplerle yaratıldığını bilmemek 3- Ölümü unutmak.
1- İnsanı tanımamak, yaratılış gayesini bilmemek İnsan, niçin yaratıldığını ve başına gelecekleri bilip unutmasa, gaflete düşebilir veya kibirlenebilir mi? Rabbine isyan edebilir mi? Demek ki insan yaratılış gayesini düşünmüyor. Eğer insanlar istenildiği gibi düşünebilseydi, Kur’an-ı kerimde sık sık, (Hiç düşünmüyor musunuz?) diye ikaz edilir miydi?
Bir insan bir alet, bir makine yapınca, bunun nasıl ve nerelerde kullanılacağına dair bir tarif namesi hazırlanır. Tarif name ile de anlaşılması zor ise, kullanması için kurslar açar. Bir makine yanlış kullanılırsa, elden çıkar. Her şeyin yaratıcısı olan Cenab-ı Allah da, insan denilen bu muazzam makineyi yaratıp başıboş bırakmayıp (Sizi boş yere yarattığımızı mı sandınız?) buyurmuştur. Ne yapması gerektiğini, Peygamberleri vasıtası ile kitaplar göndererek bildirmiştir.
Ne olduğunu, kim olduğunu, saadet ve felaketinin nelerde olduğunu bilmeyen, öldükten sonra başına gelecekleri düşünmeyen kimse akıllı olamaz. Allahü teâlâ, (Ben cin ve insanları ancak [beni tanısınlar] bana kulluk, ibadet etsinler diye yarattım) buyuruyor. (Zariyat 56) O halde insan kul olduğunu bilip, kulluk görevlerini yerine getirmelidir.
2- İşlerin sebeplerle yaratıldığını bilmemek Allahü teâlâ her şeyi sebeplerle yaratmaktadır. Kudretini sebepler arkasında gizlemiştir. Âdet-i ilahi böyledir. Ancak bu âdetini bazen bozar, sebepsiz de yaratır. Bunu sevdiklerinin hatırı için yapar. İnsan çalışır kazanır, benim malım der, ben kazandım der. Bunun gibi kendisindeki her nimete, her başarıya (benim) der, (benim başarım, benim kabiliyetim, benim ilmim...vs) der ve nankör olur.
Dertlerin, belaların gelmesine sebep günah işlemektir. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: (Size gelen musibet, kendi ellerinizle işlediğiniz [günahlar] yüzündendir.) [Şura 30]
(Sana gelen her iyilik, Allah’ın [bir ihsanı, bir nimeti olarak] gelmekte, her kötülük de [günahlarına karşılık olarak] kendinden gelmektedir. [Hepsini yaratan Allahü teâlâdır.]) [Nisa 79] Peygamberlere ve diğer büyük zatlara ise bela, onların derecelerinin yükselmesi için gelir.
Tevekkülü ihmal etmemeli. Tevekkül, dinimizin bildirdiği sebeplere yapıştıktan sonra neticeyi sebeplerden değil, sebepleri yaratandan beklemektir. (Bir işe başladığın zaman, Allah’a tevekkül et, Ona güven) âyeti, tevekkül ile beraber azmederek çalışmak gerektiğini gösteriyor. (Al-i imran 159)
3- Ölümü unutmak Dünya hayatı rüya gibidir. Ölünce rüya bitecek, hakiki hayat başlayacaktır. Hadis-i şerifte, (İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar) buyuruldu. Ölmeden önce uyanmak gerekir. Peygamber efendimiz, (Şu kişiye şaşılır ki, o dünyanın peşinde, ölüm de onun peşindedir) buyurdu. O halde, (Nasihat olarak ölüm yeter) hadis-i şerifini düşünerek ölenlerden ibret almaya çalışmalıdır.
Genelde çok yaşamayı istemek, dünya zevklerine düşkün olmak, ölümü unutmak, sıhhat ve gençliğe aldanmaktan ileri gelir. Böyle kimsenin kalbi katı olur, ibadetleri vaktinde yapmaz, tevbeyi geciktirir, nasihat tesir etmez, ölümü unutur, hatırına bile gelmez. Hep dünya malına ve makamına kavuşmak için ömrünü harcar. Ahireti unutur, dünyanın faydasız zevk ve sefasını düşünür. Bunlardan kurtulmak için ölümün her an gelebileceğini düşünmeli, sıhhatin, gençliğin ölüme mani olmadığını unutmamalı.
(En doğrusunu Allah bilir) Allah CC selamı bereketi Rahmeti üzerinize olsun.”
ALLAH’IN İZNİYLE VE ŞEYTAN ARACILIĞIYLA MASONLAR İLE SİYONİSTLERE İNEN KABALA BÜYÜSÜ VE TALMUD YASALARI
MASONLARA GELİNCE: MASONLAR (YANİ PEYGAMBERİMİZİN BİLDİRDİĞİ DECCAL DENEN KİŞİ VE KİŞİLER) ŞEYTANLA İLETİŞİME GEÇER( ALLAH'IN VERDİĞİ ÖZEL GÜÇ VE İZİNLE)VE ONDAN ALDIKLARI BİLGİLERLE SAVAŞLAR VE FİTNELER ÇIKARIR.
MASONLARA KİTAP ŞU ŞEKİLDE İNMİŞTİR: ŞEYTAN ARACILIĞIYLA MASONLARA AKTARILAN KABALA ÖĞRETİSİ YA DA BÜYÜSÜ VE TALMUD YASALARI OLARAK BİLİNEN GİZLİ EZOTERİK BİLGİLER ADIYLA İNMİŞTİR. BU DURUM BAKARA VE FELAK SÜRESİNDE ANLATILIR. AYRICA BU SUREDEKİ AYETLERDE BÜYÜ VE VESVESEDEN BAHSEDİLİR.
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla
• Ve onlar, Süleyman'ın mülkü (nübüvveti) hakkında şeytanların anlattıklarına uydular. Süleyman inkâr etmedi; ancak şeytanlar inkâr etti. Onlar, insanlara sihri ve Babil'deki iki meleğe Harut'a ve Marut'a indirileni öğretiyorlardı. Oysa o ikisi: "Biz, yalnızca bir fitneyiz, sakın inkâr etme" demedikçe hiç kimseye (bir şey) öğretmezlerdi. Fakat onlardan erkekle karısının arasını açan şeyi öğreniyorlardı. Oysa onunla Allah'ın izni olmadıkça hiç kimseye zarar veremezlerdi. Buna rağmen kendilerine zarar verecek ve yarar sağlamayacak şeyi öğreniyorlardı. Andolsun onlar, bunu satın alanın, ahiretten hiç bir payı olmadığını bildiler; kendi nefislerini karşılığında sattıkları şey ne kötü; bir bilselerdi. (BAKARA SURESİ / 102)
FELAK SURESİ De ki: Yarattığı şeylerin şerrinden, karanlığı çöken gecenin şerrinden, düğümlere üfleyen nefeslerin şerrinden, hasedini açıklayan ve hasediyle hareket eden hasetçinin şerrinden, sabahın Rabbine sığınırım. »1-2-3-4 ve 5. ayetler.
DECCALLE İLGİLİ HADİSLER Yalancı Deccaller, sizin ve ceddinizin işitmediği şeyleri anlatırlar, onlardan sakının.) [Müslim]
Tarih algımızı, anlayışımızı kendi öz bilgi ve usullerimizle
değil de, başkaları tarafından bize sunulan bilgi ve usullerle inşa etmeye
kalkarsak, ödeyeceğimiz bedel ağır olacaktır. Gene tarih anlayışımızı,
insanlığın ilk yaratılışındaki, Hz. Adem'le İblisin mücadelesinden soyutlayarak
ele alırsak, insanlık tarihinde vuku bulup giden olayları, gerçek anlam ve
boyutu ile anlama ve izah etme şansımız olmayacaktır. Secde olayı sonucu
İblis'in isyanı ile başlayan mücadelenin, büyüklüğünü ve derinliğini
anlayabilmek için, İblis'in yaptığı yemine ve yapacağı işlere ilişkin
açıklamalara bakmak yeterlidir. Bunun için Kur'an-ı Kerim'in konuya ilişkin
ayetlerine bakmakta fayda vardır. Konu ile ilişkili olarak Kur'an ve Sunneti
gerektiği gibi okuyanlar, İblis ve onun yolundan gidenlerin mücadelelerinde
temel ilkenin, hiçbir kutsal tanımayan, hile, tuzak, entrika ve komplo kurmak
olduğunu göreceklerdir. Tuzak ve komploları hep hayal ürünü olarak görmek, Hz.
Peygamber'in Harp Hiledir hadisinin ruhunu kavrayamamak demektir. Yeryüzüne
seyahatimizin, İblis'in Hz. Adem'le eşine kurduğu tuzağın sonucu olduğunu
görememek, anlayamamak demektir.
Meseleye bu derinlikte bakılmasını istememizin sebebi, Gizli
Dünya Devleti kurucularının, Kabala, Tevrat ve Talmut eksenli bir yapılanış
içerisinde olmalarından dolayıdır. İsrail oğullarının son sürgünden sonra,
dağıldıkları bölgelerde gizli örgütlenme ve mücadele etme yeteneklerini
geliştirmeleri ile birlikte bugün, merkezinde Siyonist hahamların olduğu,
kolları dünyanın dört bir tarafına uzanmış, gizli ve açık bir teşkilat yapısına
sahiptirler. Bu yapının görülememesi, asıl tehlikedir. Geçmişteki yazılarda bu
yapının varlığını ve değişik alanlarda verdiği mücadeleyi, ana hatları ile
incelemiştik. Burada, bu yapının ahtapota benzer bir tarzdaki yapılanışı ve
yapılanışın dayandığı temel düşünce, 'Gizli Dünya Devleti' kitabı kapsamında
ele alınmaktadır.
Gizli
Dünya Devleti: Kabala- Tevrat- Talmut Eksenli Bir Yapılanış
İsrail oğulları birinci sürgün ile birlikte değişik bölgelere
götürülüp yerleştirilmişlerdir. Sürgünün neden olduğu travma, merkezinde
hahamların olduğu gizli teşkilatlanma ile atlatılmak istenmiştir. Gizli
teşkilatlanma ile, İsrail oğullarının inançları, örf, adet ve gelenek ve
göreneklerini sloganlaştırılıp sembolleştirerek, farklı yerlere dağıtılmış olan
İsrail oğullarının kimliği korunarak yeni nesillere aktarılmak istenmiştir.
Gizli Dünya Devleti kitabına göre, yaklaşık 3000 yıllık bir
gizli teşkilatlanma anlayışı, Siyonizm'in Herzl tarafından kurulmasıyla yeni
bir boyuta taşınmıştır. Hedefler, daha müşahhas hale getirilmiş, İsrail'de bir
Yahudi devletinin kurulması ön görülmüş ve dünya çapında bir entegrasyonun
sağlanması benimsenmiştir. Bu teşkilatlanmanın ana felsefesi, ana varsayımları,
amentüsü, Kabala- Tevrat- Talmut ekseninde şekillenmiştir. Tarih boyu
Teşkilatlanma, hahamların çevresinde meydana gelmiştir.
Tevrat'tan önce hahamlar, İsrail oğullarının mevcut
inançlarını, örflerini, gelenek ve göreneklerini Kabbala adlı bir kitapta
toplayarak İsrail oğullarının varlığını devam ettirmesini sağlamaya
çalışmışlardır. Kabbala'da yer alan pek çok yanlış, tehlikeli düşünce, Tevrat
geldikten sonra değiştirilmesi gerekirken; Tevrat hükümleri, Hahamlar tarafından
yanlış yorumlanarak değiştirme yoluna gidilmiştir.
Kabbala, "Gelenek" veya "Ağızdan kulağa"
anlamına gelmektedir. Sır, gizlilik ve itaat esasına dayanır. Bu sırların
tamamı, Jerusalem Lodge(Kudüs Locası)'nın üç Kabbalisti tarafından ezberde tutulur.
Kabbalistlerden bir öldüğünde, İsrail'in 70'ler meclisinden (Sanhedrin) seçilen
bir aday aynı bilgileri devralır:
"Kabbala kitaplarının metinleri, sembollerle doludur.
Her devirde, bunların manasını bilen Üç Yahudi bulunur. Bunlardan ölenin
yerine, bir alt kademeden (Sanhedrin, 70'ler meclisi) en iyisi seçilir, diğer
ikisi tarafından sırlara vakıf edilir." (1; Türk Mason dergisi, Sayı: 21,
S: 1059'dan alıntı)
"Sanhedrin üyelerinin tümü büyü bilmek zorundadır."
Kabbala, kara büyü
ve şeytanlarla ilişki kurma bilgilerini ihtiva eder.
Kabbala'daki ana yaklaşım, büyüye ve şeytanı güçlerle ilişki kurmayı esas alan
teori ve pratiği içeren bir yaklaşım tarzıdır. Kabbala felsefesi, 'Negatif
Güçlerin Öğretisi' olarak tanımlanmaktadır:
"Kabbala büyücülüğün anlamını kavrar. Kabbala sayesinde
kara büyü dünya çapında itibar görmüştür." (1; Das Reich Satans, Krl R.H.
Frick, S: 10'dan alıntı)
"Kabbala biliçaltının kapılarını açan ve ruhu saran
manevi değerlerin dışarı çıkmasını sağlayan anahtardır. Masonluk onu, insanın
yaşamı için gerekli görür." (1; New Age Mason Dergisi, Sayı: 77, S: 31'den
alıntı)
"Pratikte Kabbala, kötülüklerle ilgilenmenin yolu ve
semboller yoluyla psikolojik dünya üzerinde güç kazanmanın tehlikeli bir sanatı
ve büyüye dayalı bir formudur." (1; Kabbalah, Tradition of Hidden
Kowledge, Z'ev Ben Shimon Halevi, S: 12 'den alıntı)
Siyonizm'in dayandığı bütün felsefi alt yapının kökeninin,
Kabbala olduğunu söylemek bir abartı değildir. Kabbala'nın Yahudiler üzerinde
ki etkisi, teşkilatlanma mantığında ortaya çıkmaktadır. Gizli Dünya
Devleti'ndeki, özellikle Masonluktaki teşkilatlanma esasları, Kabbala'da
öngörülen esaslara dayanmaktadır:
"Modern Masonluk Kabbalist esasları muhafaza etmiştir.
Bundan başka mason sistemleri, tamamıyla Kabbalist fikirlere ve ilme
dayandırılır." (1, Çırak Kardeşlik Kolu, No: 3, s: 13-14'dan alıntı)
Kabbala'daki teorik ve pratik uygulamalar ile ilgili
bilgiler, 33 kademeye ayrılmıştır. Masonik kademenin 33 olmasının sebebi budur.
Bu nedenle Masonik eğitim, 33 dereceye göre düzenlenmiş olup her kademedeki
masonlara, farklı bilgi ve eğitim verilmektedir. Masonluk, insanın şer
cephesine hitap edip ihtirasları körükleyerek insan kazanmayı benimsemiştir.
Masonların dereceleri yükseldikçe, vakıf olduğu sırlar ona göre artmaktadır. En
alt kademedekiler, masonluğun ana gerçek hedefleri hakkında bir şey bilmeyen,
masonik sloganların etkisinde olan fakat her şeyi bildiğini sanan insanlardır.
Mason adaylar, 'Üstad-ı Azamlar' tarafından son derece dikkatli bir şekilde
seçilmekte ve yükseltilmektedir. Bir kademedeki bilgileri hazmedip gereğini
yapan adaylar, ancak yükselebilirler. Buna masonik dilde, " Uykulu gözlere
ışığın yavaş yavaş verilmesi" denmektedir (1).
Hahamlar, Tevrat'in birçok ayetine farklı anlamlar yükleyerek
yorumlamışlar ve tefsir etmişlerdir. Yüksek dereceli Masonlardan Hayrullah
Örs'un bu konuda yaptığı açıklama, ibret vericidir:
"Kahinler yazısı denen kısımlarda, Yahudi şeriatı artık
son ve kesin şeklini alır. Bunların bir Hahamlar topluluğunun eseri olduğu
anlaşılmaktadır. Bu topluluğun da bütün Musa kitaplarını(Tevratı) yeniden elden
geçirmiş oldukları bellidir. Ama kendi koydukları kuralları, hep Musa'nınmış
gibi göstermişlerdir. (1; Hayrullah Örs, Musa ve Yahudilik, S: 36-37'dan
alıntı)
Hahamlar Tevrat'ın hükümlerini tahrif edip bozarlarken, kendi
statülerini korumaya çok önem vermişlerdir. Gizli Dünya Devleti'nin bugünkü
yapılanışında, bunun etkisi görülmektedir.
Milattan sonra 2. Yüzyılda Tevrat'la ilgili yapılan bütün
yorum ve değerlendirmeler, Haham Nasi Yuda tarafından toplanıp Talmut adı
verilen bir kitap haline getirilmiştir. Talmut, Tevrat'ın tefsiri olarak kabul
edilmektedir. Talmut, asıl kısmı Mişna ve yorum kısmı Gamera olarak
isimlendirilen iki kısımdan oluşmaktadır(1). Yahudilikte, Talmut'un hükümleri,
yasa olarak kabul edilmekte olup eğitim öğretim sisteminin merkezinde yer alır:
"Her Yahudinin öğrenimini üç kısma ayırması ve üçte
birini Tevrat'ın eğitimine, diğerini Mişna'nın eğitimine ve diğerini de
Gemara'nın eğitimine ayırması gerekir."(1; İbrani Edebiyetı, s: 14'den
alıntı.)
Hahamlar, Dünya hâkimiyeti, Yahudi ırkının üstünlüğü ve bunun
gibi konularla ilgili birçok Tevrat hükmünü, yanlış yorumlayarak, çarpıtarak ve
genişleterek Talmut'a koymuşlardır. Özetle, Gizli Dünya Devleti, Kabala-Tevrat
- Talmut eksenli, ideolojik bir yapılanıştır.
Gizli Dünya Devlet: Üç Düzlemde Hiyerarşik Bir Yapılanış
Kabala-Tevrat - Talmut düşüncesinin vücut verdiği yapılanışlarda,
gizlilik, sır saklama ve itaat esastır. Birçok sır, kodlanmış olarak
sembollerle saklanmaktadır. Semboller aracılığıyla sırlar ve dava, korunarak,
nesilden nesile aktarılmaktadır.
1933 yılında ABD başkanı Roosevelt tarafından bir doların
üzerine, daire içerisinde, tepesinde tek bir göz, en altında Latin harflerle
1776 tarihi yazılı olan bir piramit(ehram) yerleştirilmiştir. Piramidin en altı
ile en üstü arası, katlara ayrılmış ve her katında ayrı bir yazı bulunmaktadır.
Dairenin içinde Piramidin dışında, en üstte, Annoit
Koektist(Zafere Ulaşıldı), en altta, Novrus Kordosecolorun( Yeni Dünya Düzeni)
yazıları bulunmaktadır.
Sade ABD vatandaşı için yapılan yorum, 1776 yılında ABD
kurularak zafere ulaşılmış ve yeni bir dünya düzenine kavuşulmuştur şeklindedir.
Gerçekte, 1776 tarihi, Adam Weisshavst tarafından İlluminatı( Mürşitler,
Aydınlatıcılar) locasının kuruluş tarihidir. Annoit Koektist(Zafere Ulaşıldı)
ise doların dünya parası yapılması ile gizli dünya devletinin zafere ve
böylelikle Novrus Kordosecolorun (Yeni Dünya Düzeni)' gidilmektedir. Gizli
Dünya Devleti'nin müntesiplerine verilen mesaj budur.
Piramit, genel olarak, Gizli Dünya Devleti'nin yapılanışını
temsil etmektedir. En üstten en alta doğru, kesin itaat içeren, kademeli
hiyerarşik bir yapının var olduğunu göstermektedir. Gizli Dünya Devleti
kitabına göre, en üstte herkesi gözleyen, kontrol eden göz ile en altta var
olan insanlık arasında 3 ana düzlemde, kademeli bir yapı bulunmaktadır(1,2):
• 1- Hiç Görünmeyenler:
a. RT (3 Kabbalisten Oluşan Üst Komuta Kademesi)
b. 13'ler Meclisi
c. 33'ler meclisi
d. 300'ler Kulübü
13'ler Meclisi, 33'ler meclis ve 300'ler meclisi, SANHEDRİN,
En üst Yönetim Meclisi olarak isimlendirilmektedir.
• 2-Ucu Gözüken Büyük Kısmı Gizli Olan Kademeler(5 Kademe) :
a. B'nai B'rıth- Bilderberg(Görünen en üst Ara Koordinasyon
ve Yönetim Kademesi)
b. Büyük Şark Locası Teşkilatı(Fransız Mason Locası)
c. Komünizm( Rusya Mason Locası)
d. İskoç Locası Teşkilatı: 1-33 Derece( İngiliz Mason Locası)
e. York Locası Teşkilatı( Alman Mason Locası)
• 3- Halkın İçine Giren Ve Yukarının Emirlerini Uygulayan
Saçaklar(Alt Kademeler; Üç Kademe):
a. Rotary-Lions-Diner-Propeller, YMCA
b. Mavi Localar
c. Önlüksüz Masonlar
Piramidin tepesindeki üçgen içindeki göz, Mason ilahi olan
Lüzifer(Şeytan)'in gözü olup eğik bakmaktadır, şaşıdır. Bu göz, bütün yapıyı
gözlemekte ve kontrol etmektedir. Masonlar, birbirleri ile tanışmak için bu
bakış tarzını, parola olarak kullanmaktadırlar. Bu bakışla birlikte özel
tokalaşma teknikleri bulunmaktadır.
Ahtapotun Beyni (Gizli Dünya Devletinin Beyni): RT
En üst kademe olup üç Hahamdan oluşmaktadır. Bunlar
Kabbalizmin bütün sırlarını bilmektedir. Buranın üyeleri, Sanhedrin denilen
meclis tarafından seçilirler(1).
Ahtapotun Gövdesi (Gizli Dünya Devletinin Gövdesi): Sanhedrin
Sanhedrin meclisi üyeleri, Kabbala eğitimi almış hahamlar
arasından seçilen 70 üyeden oluşmaktadır. Genel Gözetim Meclisi olarak çalışır.
Bu gruba bağlı olarak çalışan ayrıca, bir Yeminli 70'ler Grubu var olup bunlar,
Siyonizm adına tüm dünyanın yönetimi ile Gizli Dünya Devletinin yönetiminden
sorumludurlar. Sanhedrin'in altındaki tüm kademler, Yeminli yetmişler grubuna
kayıtsız şartsız itaat emekle sorumludur. Yeminli yetmişler grubunun en önemli
ve etkin üyeleri arasında, Rockfeller ve Rothshild'ler bulunmaktadır.
Sonuç: Gizli Dünya Devleti Kitabını Okuyun
Türkiye'de, Suriye'de, Irak'ta, Pakistan'da, Afganistan'da,
özetle İslam coğrafyasının her tarafında, ne olduğunu ve nereye götürülmek
istendiğini anlamak için Gizli Dünya Devleti kitabını okuyunuz.
Ne yapılmak istendiğini görürsek, ne yapacağımızı daha rahat
anlar, planlar ve uygulamaya sokarız.
Kaynaklar
1- Allen, G., Gizli Dünya Devleti, Milli Gazete, İstanbul, S:
XXVII- XXXI, 1996.
Aslında her şey bir soruyla başlamıştı. “Tekrar Süleyman gibi birisi gelecek miydi dünyaya? Cinler, Zülkarneyn ve Süleyman’dan sonra yeniden insanın emrinde olacaklar mıydı? Şeytana ne kadar yakın olduğunuza kendiniz okuyup karar verin Kabalanın Esrarı -Tevrat Neden Değiştirildi Şeytan'ın isyanından önceki kimliği ve iddiasından kaynaklanan dünyevi ideolojisi nedir?
Şeytan hangi kavim ile 'ahit' yapmıştır?
Nuh Tufanı ve Tevrat'taki yaratılış ve çoğalma silsilesindeki (soy ağacı) çarpıklar, tarihi yanlışlar nelerdir?
Hz. İbrahim'in mücadele ettiği Nemrud hangi devletin hükümdarıdır? Tevrat, Nemrud'u nasıl tasnif etmektedir?
Hz. Musa'nın çöl yolculuğunun sırları nelerdir? Bir topluluk kimliğinin, sosyolojisinin ve başlarına gelen olayların açıklanmasında bize nasıl bilgiler vermektedir?
Kabala inancının tarihi serüveni Sümer teolojisinin sırrı?
Darwinizmin, nazizmin teolojik kaynağı hangi kutsal kitaptır?
2008, 2009, 2011, 2014 Gazze saldırıları ve Yahudi inancına göre Filistinli öldürmek günah mıdır yoksa dini bir kural mıdır?
Tevrat, Zebur kimler tarafından niçin tahrif edildi?
Şeytan'ın ayetlerinin yazılı olduğu kitap olan Talmud'u biliyor musunuz?
Tahrif edilen Tevrat'taki numerolojik şifreler nelerdir ve bunu bilen üç haham nasıl bugüne dek yaşadı?
Hz. Süleyman en büyük mücadeleyi kimlere karşı verdi? Cin tayfasından ordu kurmasının nedeni nedir? Daha sonra saray işlerinde kullandığı bu ordunun başında ki Hiram Usta'nın özellikle New Age şeytani akımlar ve masonlar tarafından bu kadar inançsal bir kişilik olmasının nedeni nedir?
Şeytan dünyayı nasıl ve hangi yöntemlerle ele geçiriyor?
Küreselleşme tarih boyunca neden hep var olmuştur? Güçlü zorbalar neden hep küreselleşme demişlerdir?
Dünyayı yöneten aileler kimlerdir? "Tanrı, İsrailoğulları'na tarih boyunca nasıl rehberlik ettiyse, Amerika'nın kurucularına da öyle rehberlik etmiştir." (Thomas Jefferson)
"Politikada hiçbir şey tesadüf değildir. Bir şey vuku buluyorsa, o şeyin önceden planlandığından emin olabilirsiniz." (Franklin Roosvelt-ABD Başkanı)
"Yahudiler: 'Bizim babamız İbrahim'dir' diye karşılık verdiler. İsa: 'İbrahim'in çocukları olsaydınız, İbrahim'in yaptıklarını yapardınız' dedi. 'Ama şimdi beni - Tanrı'dan işittiği gerçeği sizlere bildireni - öldürmek istiyorsunuz. İbrahim bunu yapmadı. Siz babanızın yaptıklarını yapıyorsunuz.' Yahudiler: 'Biz zinadan doğmadık. Bir tek Babamız var, o da Tanrı'dır' dediler. İsa, 'Tanrı Babanız olsaydı, beni severdiniz' dedi. 'Çünkü ben Tanrı'dan çıkıp geldim. Kendiliğimden gelmedim, beni O gönderdi. Söylediklerimi neden anlamıyorsunuz? Benim sözümü dinlemeye dayanamıyorsunuz da ondan. Siz babanız İblis'tensiniz ve babanızın arzularını yerine getirmek istiyorsunuz. O başlangıçtan beri katildi." (Yuhanna, Bab8/39-45)
Hz. İsa neden Ferisiler (Yahudiler) için İblis'in çocukları diyor? Onların öğretisinden kaçınmasını neden döneminin İsevilerine öğütlüyor?
Yahudilerin soyu neden anneden devam eder?
Dünya tek elden hangi ideoloji ile yönetilecek?
Tanrı Yehova nasıl bir tanrıdır, neden bizim 'tanrı' inancımıza hiç benzemiyor?
İblis imzalı filmlerin sayısının artmasının nedenleri nelerdir?
Kabiller (Yahudiler), Habilleri (Filistinliler) öldürünce kim zafer kazanmış olacak, hangi isyan sonrası iddiadan dolayı galebe çalmış olacaklar?
Masonluk neden şifrelenme ihtiyacı duymuştur. Tek amacı 'bilim, çağdaşlık, ifade özgürlüğü' olan masonluk neden kendini gizleme ihtiyacı duymuştur?
Dünyanın en zenginleri ve siyasi olarak yönetenler neden hep Yahudidir?
Yahudi milyarder David Rockefeller, kimin aracılığı ile dedesi J. D. Rockefeller'in ruhuyla görüştüğünü dile getiriyordu?
İsrail'in yaptığı bu kadar hukuksuzluklara rağmen BM'de, ABD neden şimdiye kadar İsrail aleyhine olan kararları veto etti?
Protestanlık neden ortaya çıkarıldı? ASIRLARCA SORULAN SORU Sadece insanların değil; kuşların, cinlerin ve rüzgarların da hakimi olan Büyük Kral, Yüce Peygamber
Kral ve Peygamber olan Hz. Süleyman'a daha önce hiç kimseye verilmemiş ideal bir krallık vaat edilir: Yeryüzünde bir cennet krallığı. Ancak o esnada binlerce yıldır hapsedilmiş ve insanlara yaklaşamayan cinler ve şeytanlar kilitli oldukları yerden kurtulmak üzeredirler.
Büyücü Ara onları kilitli tutuldukları yerden çıkarıp karanlığın krallığını kurmak istemektedir. Hz. Süleyman bu durum karşısında kâhinlerden yardım ister. Ancak kâhinler, adalet ve özgürlüğün temsilcisi Sultan Süleyman'ın yanında yer almaktansa haksızlık ve zulmün safında yer almayı tercih ederler ve büyücü Arayı desteklerler. Böylece kilitli kapılar açılır ve cinler, şeytanlar insanların ruhlarını ele geçirerek onlara hükmetmeye başlarlar.
Daha ilk insan
yaratılmadan yeryüzünün halifesiydi onlar. Ama isyan etmişlerdi bir kere
Yaratan’a. İsyanlarının bedelini topraktan gelenlere yeryüzü hâkimiyetini
kaptırarak ödemişlerdi. Görmediklerine inanmayı reddecek kadar kibirliydi
yeryüzünün yeni hâkimi insanlar. Ateşin çocukları cinler bu yüzden tekrar
topraktan gelen insanın hükmü altına girmek istemiyordu. “Ben hâlis ateşten
yaratıldım. Ademse topraktan; benden aşağı olan bu varlığa secde etmem.”
diyordu Şeytan.
İnsanlarla cinlerin
yeryüzüne hakim olmak için verdiği gizli mücadele, İblis’in insanlara karşı
nefretinin sırrı, insanların ve cinlerin yeniden beraber yaşayabilecekleri bir
dünya hayalini kuran kehanet bekçileri… Ve bütün bunların yanısıra olayların
gitgide daha karmaşık bir hale gelmesine neden olacak .
DÜNYA, ÜZERİNDE GELMİŞ GEÇMİŞ EN BÜYÜK hükümranlığı görmüş ve kendisinden
sonra hiç kimseye verilmeyecek olan bir mülk emanetçisini ağırlamıştı. O mülk
ve hükümranlığın emanetçisi Allah’ın peygamberi Hazreti Süleyman’dı.
Devrinde O, insan ve
cinlere hükmetti. Hatta bir kısım şeytanlar dahi onun hükümranlığına boyun
eğdi. Zamanının en güzel saraylarını yaptırdı; cinlere derin denizlerin en
gizli hâzinelerini çıkarttırdı. Allah, peygamberi Süleyman’a, cinleri koşulsuz
itaate kodlayacak şifreyi verdi. Hz. Süleyman cinlerden, insanlardan ve
kuşlardan ordular meydana getirdi. Kenan diyarını, Sebe kavmini kendi
krallığına boyun eğdirdi. Onlara hak dini tebliğ etti. Bu ona verilen
mucizelerden sadece biriydi.
Fakat peygamber de olsa
onunda her fani gibi vücudu toprakla vuslata ermişti. Geriye büyük bir krallık
bırakmıştı. Ama kendisine kalmayan dünya, kendisinden sonrakilere de
kalmayacaktı. Onun hayatının son bulmasıyla hükmü de son bulmuştu. Asıl hüküm
sahibi, elçisi olduğu yüce Allah’tı.
Cinlere hükmedecek bir
insan artık yeryüzünde yoktu. Hz. Süleyman’ın cinlerden oluşan ordusu dağılmış,
farklı isimlerle anılır olmuştu.
İblis’in yolundan giden,
çirkinleşip şirret haline gelenler yeniden şeytan olmuş, insanların arasına
yerleşen ve onların yaşadıkları mekânları mesken edinenler ammar, yaramaz ve
güçlü cinler ise yeniden ifrit adını almışlardı.
Aslında cinler Hz.
Süleyman’ın hükmü altındayken hiçbir şekilde eziyet görmemiş, insle barış ve
beraberlik içinde yaşamışlardı. Ama ne de olsa bir insanın hükmü altındaydılar.
O insan, Allah’ın gönderdiği bir peygamber de olsa, cinlerin bir kısmı memnun
değildi hallerinden. Hz. Süleyman yaşarken taşkınlık çıkarmamışlardı. Fakat
O’da ölmüştü.
Şimdi merak ettikleri
tek bir soru vardı: “Tekrar Hz. Süleyman gibi birisi gelecek miydi dünyaya?
Cinler, Zülkarneyn ve Süleyman’dan sonra yeniden kayıtsız şartsız insanın
emrinde olacaklar mıydı?”
TARİH YOKKEN
ADEM BALÇIK HALDEYKEN ONLAR VARDI. Bir kısım rivayetlerde O’ndan 2000 yıl
öncesinde de… Zaman, âlem onlarda farklıydı; boyutları farklıydı. Allah’a karşı
sorumluydular ve vazifeleri vardı. Allah’ın isimlerine ayna olma görevi bir
zamanlar sadece onlarındı. Âleme halife de onlardı. Doğru yolda olmaları için
onlara bir elçi göndermişti Allah. Elçinin adı aynı zamanda ataları Can’dı.¹
Canın görevi onlara
nasihat etmek, kul olduklarını unutturmamaktı. Ama bir zaman sonra nebilerini
dinlemez oldular, dalalete, sapkınlığa düştüler ve yeryüzünde bozgunculuğa
başladılar.
Anarşinin ilk tohumları
yeryüzüne serpilmeye başlamıştı, o kadar ki en sonunda ataları Can’ı da
öldürdüler. Allah’ın kendilerine nebi olarak gönderdiğini öldürüp ona
isyanlarını daha da arttırdılar. Daha sonra içlerinden Yusuf² geldi nebi
olarak, doğru yolu tavsiye etti, asıl vazifelerini hatırlattı. Ama yoldan çıkmışlardı
bir kere, onu da dinlemediler ve ataları Can’a yaptıklarını Yusuf nebiye de
yaptılar.
Gök ehli yeryüzüne
halife tayin ettikleri bu bozgunculara kızmıştı. Sonunda Allah cinlerin bu
isyanına gazabıyla cevap verdi.
Allah (c.c) yeryüzünün zimamını önceleri cin
taifesine vermiştir. (İlk önceleri Cenab-1 Hakk’ın isimlerine ayna olma ve
ilâhi icraatı alkışlama işini onlar yapıyordu) Daha sonra tuğyan (azgınlık
sapkınlık) ettiler. Peygamberlerini öldürdüler. Gökten melekler geldi,
aralarında cinlerin kendi cinsinden olan İblis de vardı, bu isyankârları
yeryüzünden sürdüler. Hepsi denizlere kaçtı ve oralara taht kurdular…”(İbni Kesir, el-Bidaye 1/150)
Yeni meskenleri artık
denizlerdi bu isyankârların. Ama yeryüzünün halifeliğini üstlenecek yeni
kullara, Allah’ın isimlerinin belirtilerine ayna olma vazifesi yapacak kâinatın
küçültülmüş bir misaline ihtiyacı vardı. Dağa, taşa, ormana, denize kime teklif
edildiyse bu vazife; sorumluluğun büyüklüğü karşısında ezildi. Bunun üzerine
Allah yeni bir halife getirmeye karar verdi. Ve ilk insan yaratıldı. Adı
Adem’di. Melekler bunu duyunca:
“Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek
birisini mi halife kılacaksın.”(Bakara 2/30) demişlerdi.
Geçmiş, insanın selefi olan cinlerin kötü davranışlarıyla doluydu ve
insanda aynı tabiatı paylaşıyordu. İnsanların selefleri cinlerdi. Onlar
yeryüzünde bozgunculuk yapmış, kan dökmüşlerdi. Melekler doğru söylüyordu, ama
Allah onlara,“Ben sizin bilmediğinizi
bilirim.”(Bakara
2/30) ikazında bulundu. Çünkü her ne kadar insanlar, cinlerle aynı tabiatı
paylaşsa da içlerinden öyleleri çıkacaktı ki, Rabbini bilecek, fıtratını
elçiler aracılığıyla gelen vahiyle şekillendirecek ve tam anlamıyla
halifeliğinin hakkını verecekti.
Allah Meleklere eşyanın
isimlerini ve hikmetlerini sordu. Onlar bilemeyince Cenab-ı Hak, bu defa Hz.
Ademe de aynısını sordu. Hz. Adem soruların cevabını bildi.
Melekler söylediklerinde bir bakıma haklı olsalar da perde arkasında
göremedikleri bu husus karşısında aldıkları ikazla hemen kendilerine geldiler
ve“Sen yücesin. Bizim, Senin bize
öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Şüphesiz Sen Alimsin, Hâkimsin.”(Bakara 2/32) demişlerdi ki, bu onlar
için bir yenilenme ve tövbe oldu.
Allah’ta onlara yeni
halifesinin önünde secde etmeleri emrini verdi. Melekler bu emir karşısmda Hz.
Adem’in önünde secde ettiler. Biri hariç. Adem’in selefiyle aynı mayadan gelen
büyük melek İblis bu emre itaat etmedi. İblis aslında melek değildi. O Allah’a
olan çokça ibadetiyle meleklerin katına yükselmiş hatta onlara baş olma
payesine erişmişti. O, kendi cinsleri gibi olmamıştı ta ki Adem yaratılana ve
ona secde etmesi emredilene kadar.
“Ben hâlis ateşten yaratıldım. Ademse
topraktan; benden aşağı olan bu varlığa secde etmem.”dedi. İblis bu itaatsizliği yüzünden Allah’ın
gazabına uğradı ve akıbeti diğer cinslerininkinden de beter oldu. Sonsuza dek
Allah’ın lanetiyle lanetlendi.
Onun akıbetinin
diğerlerinden daha ağır olmasının bir nedeni de aracısız gelen emre karşı
itaatsizlik etmiş olmasıydı. Bunun üzerine İblis, Allah’tan kıyamete kadar
yaşamak için süre istedi. Allah, ona kıyamet’e kadar süre verdi. Gideceği yer
sonunda cehennem olsa da yeryüzünün yeni mirasçılarını Allah’a karşı itaatten
saptıracaktı. Böylece İblis, Allah’ın huzurundan kovuldu.
Onu kibri ve aşkı bu
hale sokmuştu. Allah’a ibadetindeki aşkı başka bir kula karşı kıskançlık
duymasına neden olmuştu. O kadar ki, Allah’ın kendisi yerine topraktan
yaratılan bu kulu daha çok sevmesi onun yaratıcısına isyan etmesine neden
olmuştu.
İblis artık şeytana
dönüşmüştü. Tekrar kendi cinslerinin yanına gitti ve inse karşı cinleri
kışkırtmaya başladı. Bir kısım cin taifesi ona katıldı ve onlarda İblis gibi
şeytanlaştı. Ama ne olursa olsun cin taifesi artık yeryüzünün yeni halifesine
tâbi olmak zorundaydı. Yeryüzünde farklı boyutta dolaşabilme, zamandan ve
mekândan insana göre daha çok yararlanabilme, insanın göremediklerini görebilme
imkânları olsa bile, yine de cinler insana tabii olmak zorundaydılar. Allah’a
itaat etmeyen yoldan sapanları ise öldükten sonra itaatsizliklerinin karşılığı
olarak şiddetli bir azap bekliyordu.
Adem’e ruh üflendikten
sonra Allah, onun için eş olarak Havva anamızı yarattı ve ikisini cennetine
koydu. Orada istedikleri kadar kalabileceklerini yalnız cennetteki bir ağacın
meyvesinin kendilerine yasaklandığını buyurdu.
Adem ve Havva anamız
orada yaşarken şeytan çok defa kendilerini kandırmaya çalıştı. Adem, şeytan ne
kadar çalışırsa çalışsın, onun tuzaklarına düşmüyordu. En sonunda şeytan Havva
anamıza “yasak meyveyi yemeleri halinde cennette sonsuza kadar kalma imkânı
vereceğini Allah’ın bu yüzden kendilerine o meyveyi yemeyi yasakladığını”
söyledi. Havva anamız, Hz. Adem’i ikna etti. Kendilerine yasak edilen meyveden
yiyerek Şeytan’ın yalanına inandılar ve Allah’a itaatte kusur ettiler. Allah
bunun üzerine Adem’i ve zevcesini cennetten çıkardı.
“Ey Adem! Sen ve eşin cennette kalın ve
istediğiniz yerden yiyin, yalnız şu ağaca yaklaşmayın yoksa zalimlerden
olursunuz.” Şeytan, ayıp yerlerini kendilerine göstermek için onlara fısıldadı:
“Rabbinizin sizi bu ağaçtan men etmesi melek olmanız veya burada temelli
kalmanızı önlemek içindir. “Doğrusu ben size öğüt verenlerdenim.” diye ikisine
yemin etti. Böylece onların yanılmalarını sağladı. Ağaçtan meyve tattıklarında
kendilerine ayıp yerleri göründü, cennet yapraklarından oralarına örtmeğe
koyuldular. Rableri on-lara, “Ben sizi o ağaçtan men etmemiş miydim? Şeytanın
size apaçık bir düşman olduğunu söylememiş miydim?” diye seslendi. Her ikisi,
“Rabbimiz! Kendimize yazık ettik; bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen biz
kaybedenlerden oluruz.” dediler. “Birbirinize düşman olarak inin, siz
yeryüzünde bir müddet için yerleşip geçineceksiniz. Orada yaşar, orada ölür ve
oradan dirilip çıkarılırsınız.”dedi.(Araf, 7/19-25)
Sözde açık kapıların arkasında, kapalı ve
karanlık işler çeviren ‘misyonu gizli’ cemiyetlerin hesapları ise çok daha
karmaşıktı. Yargılama değil, yüzleşmeydi; muhasebe değil musâhabeydi arzu
ettiğim... Tarihin karanlık dehlizlerine hapsedilmiş yol
hikâyelerinin anlatılması gerekiyordu. Düne kadar orada olduklarından bile emin
olmadığımız gizli kapıları bugün yeni bilgiler ışığında sonuna kadar aralamanın
ve arkalarına bakmanın zamanı geldi. Hadi, şu yasak odaları açalım artık. Kapı
arkalarında saklanan sahte dervişleri rahatsız etmenin tam sırası…Edebiyat tarihimizin, siyasi tarihimizin
şekillenmesinde gizli cemiyetler ve cemaatler etkin rol almışlardır.Müslüman
derviş kılığında, kâh âlim kâh hekim gibi görünerek, kendilerini “Şeyh/ Mirza/
Hoca/ Hacı Abdullah” gibi isimlerle tanıtan, Şark casusları Arabistanlı
Lawrence’lar, kaleyi içten fethetmenin tüyolarını memleketlerine ileten, sözde
oryantalist seyyahlardı.
Özellikle
Türkologların bu alandaki çifte mesaileri es geçilecek gibi değildi. Türk halk
biliminin kurucularından “Topal Derviş” Armin Vambery, Macar Türkolog Janos
Repiczky gibi isimler sadece Türkoloji alanına hizmet etmediler.Popülist
yaklaşımlardan asla haz etmem. Aslında, kitabımı da baştan sona popüler
yaklaşımı sorgulayan, bize farklı bakış açıları kazandırmayı hedefleyen bir
anlayışla kaleme aldım ancak içinde bulunduğumuz dönem garip bir şekilde
asırlar öncesinin izdüşümü gibi. Kitabın zamanını manidar bulanlar olacaktır
ancak tarih sahiden tekerrürden ibaret. Algılarınızın ayarları ile oynamayı,
geçmiş kabullerinizi ve yargılarınızı sorgulatmayı hatta ezberinizi bozmayı
niyet eden bir kitap Haşhaşîlerden Jön Masonlara. Hem tarih, hem
edebiyat hem siyasi tarih meraklılarına hitap ediyor.
Pek çok “sırra
kalem basarak” okuyucuyu, Hasan Sabbah’ın Alamut Kalesi’nden, Bektaşi
tekkelerine, oradan mason mabetlerine uzanan tehlikeli bir yolculuğa
çıkarıyorum. “İslâm dünyasında kılık değiştirip gizlenmek için dervişlikten
daha uygun bir karakter yoktur. Tüm mertebelerden, yaşlardan ve inançlardan
insan derviş olabilir; mecliste gözden düşmüş bir soylu da derviş
olabilir, toprak süremeyecek kadar tembel bir köylü de” diyen Sir Richard Burton,
Karaçi’de tekris edilerek mason oluyor, Sind’de ise kadirî sufilerine
katılıp, 1851’de Mekke’ye, hacca gidiyor. Bu coğrafya öteden beri ajanların ve
gizli cemiyet mensuplarının çok rahat kamufle olup, gölge oyunu oynadıkları bir
sahnedir. 19.Yüzyıl Osmanlı aydını biyolojik evrimini tamamlasa da ruhsal
tekâmülünü tamamlayabileceği bir ortamda doğmaz. Batı’nın felsefi, siyâsî,
hatta edebî dünyasının geçmişine vakıf olamayışı, iskambilden temelsiz, taklidî
bir kule yapmasına neden olur.
Yeni Osmanlı ve Jön
Türk hareketi mensuplarından hiçbiri bu yüzden özgün bir teori ya da ideoloji
ortaya koyamamışlardır. Osmanlı’nın yaşadığı buhranlar, dünyanın o zamanki
çalkantıları düşünülürse bu gerçekle yüzleşmek daha az can yakıcı olabilir.
Mason külliyatıyla beslenen Osmanlı aydın tipi, metamorfozu tamamlayamaz; ne
kendisine ne başkasına benzer. Avrupa’dan İstanbul’un baş ağrısını geçireceğini
vehmeden, Paris’te kalıp komüncülerle savaşa katılan romantik maceracılara
dönüşmeleri bu yüzden şaşırtıcı değildir. Dönüşmek istedikleri ‘batılı aydın’
tipinin geçmişine ait birikimlerine sahip olmadıklarından, bu eksikliği ancak
yüzeysel olarak kapatabilmişlerdir.Siyasî ve edebî bir kavram olarak ‘Jean’
lüğün hakkını veren Avrupalı adaşlarından farklıdırlar. Osmanlı ‘civanları’
devrim trenine geç kalmış ‘jön’lerdir. Adları ‘yeni’ de olsa ‘genç’ de
ihtilâl için yaşlıdırlar. Bu yaşlı jönlerin istasyonlarında durup düne
bakabiliriz.
Siyasi tarihimizi ve
edebiyatımızı yeni bir anlayışla kaleme almaya gayret ettim. Yaşamadığımız
zamanı anlamak için, önce yaşadığımız zamana bakmamız gerekiyor.
Derinleşmedikçe, adeta bir simulatörden düne bakmadıkça, anlatılanlar hikâyeden
öteye geçmeyecek. Oysa tarih masal olamayacak kadar canlı ve klişeleri hiç
sevmiyor. ‘En uzun yüzyıl’ın yaşlanmış gençleriydi onlar, hırslı ama saf… Ne
kadar kahramandılar, ne kadar korkak, ne kadar birbirinin aynıydılar, ne kadar
kimseye benzemez… Kişilikleri hakkında daima ‘rivâyet muhtelif’ olacak. Yine de
dönemin şartları, ilgiler, ilişkiler, mecburiyetler ve ortam bugün sahip
olduğumuz bilgilerle yeniden gözden geçirilmeli.
Aynanın ötesindeki
yansımanın bize ne kadar benzediğini fark ettiğimizde daha objektif bir geçmiş
algısı kazanacağız. Uzak geçmişe daha sağlıklı bakabilmenin yolu, empati
durağından geçiyorsa, burada biraz durup soluklanmanın ne zararı olabilir?
MÜZEBZEBÎN
KÜLTÜRÜ
YENİAKİT / Mustafa Çelik
Müzebzebînlik itikadi bir hastalık olmakla birlikte aynı zamanda küfrü
ve kâfirliği, şirki ve müşrikliği besleyen, destekleyen bir kültürdür.
Müzebzebînlik kültürü; Allah’a, Allah’ın dinine ve Allah’ın dinini din
edinmişlere tuzak kurmak üzerine bina olunmuş bir kültürdür. Rabbimiz haber veriyor:
“Münafıklar, Allah’ı aldatmaya çalışırlar. Halbuki Allah,
onların oyunlarını başlarına geçirecektir. Onlar, namaza kalktıkları zaman
tembel tembel kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar. Allah’ı pek az anarlar
(hatırlarlar). Müzebzebîn/arada bocalayıp dururlar. Ne onların ve ne de
bunların tarafına geçerler. Allah kimi saptırırsa ona bir yol bulamazsın.”
(Nisa Sûresi/ 142- 143)
Müzebzebîn olanlar, her taraf olmaya kalkışanlardır. Her taraf
olmaya kalkışanlar bertaraf olurlar. Müzebzebîn olanlar,o tarafı mı, bu tarafı mı tercih edeceklerini bilmeyen,
tereddütlerin sallantısı içinde bocalayanlardır. Hak ve hakikat karşısında
bitaraf kalan şeytandan ve züriyetinden taraf olanlardır. Hak ile batılın karşı
karşıya olduğu bir yerde tarafsız kalmak, Müzebzebînlerden olmak için yeterli
bir sebeptir.
Müzebzebînlik kültürüyle beslenip büyüyen ferdler ve meşrebler
her dönem başka bir dinden olurlar, başka bir âmentüyü sahiplenip savunurlar.
Onlar durmadan zıplarlar. Girmedikleri din, savunmadıkları âmentü yoktur.
Müzebzebînlik kültürüyle beslenenlerin kıbleleri sabit değil, seyyardır. Hz.
Peygamber (sav) devrinde Müzebzebînler ikiyüzlü insanlardı. İslâmî literatürde
de böyle tarif edilmişlerdir. Ama günümüzde ikiyüzlüler çok katmerleştiler.
Bakınızmerhum
Mehmet Âkif Ersoy Mısır inzivasından sonra yurda dönüşünde, “İkiyüzlüleri seviyorum” demişti. Kendisine,“Aman üstadım ikiyüzlü insanlar sevilir mi, onlar tehlikeli
insanlardır”dediklerinde
M Âkif şunları söyler:
“Mısır’a gittiğimde ikiyüzlü insanları bırakmıştım, geldiğimde
ikiyüzlü insanların iki yerine ikiyüz yüz daha edindiklerini gördüğüm için
ikiyüzlü insanları tercih ediyorum”demiştir.
Müslüman
kimlikle
ulusal kimliğinin çatışması
YENİAKİT / Mustafa Çelik
Müslüman olarak bizim dinimiz aynı zamanda bizim hüviyetimizdir. Bizi
dinimizin hududu dışına çıkararak, dinimizin belirlemediği çerçevelerde
yaşamaya mecbur ve mahkûm etmeye çalışanlar, bize de dinimize de ihanet
edenlerdir. Müslüman’ın mezhebi, meşrebi Müslüman’ın ana kimliği değil, alt
kimliğidir. Bu alt kimliğini ana İslam kimliğinin üzerine çıkartanlar
sapıtırlar, İslâmî dengelerini kaybederler. Müslüman bir insan ırkını, rengini,
dilini, coğrafyasını, tarikatını, mezhebini ve meşrebini dininin fevkine
çıkardığı andan itibaren Müslüman kimliğini kaybeder. Artık ona Müslüman
denilemez.
Müslüman’ın Kimliği; Millet, Ümmet, Şeriat, Sünnet ve Cemaat’ten bağımsız
asla ve kat’a düşünülemez. Müslüman’ın kimliği İslâm’dan başka hiçbir
ideolojiyi, hiçbir dini hayat sistemi edinmemek, Cemaat olmak ve Rasûlüllah
(sav)’in sünnetine bağlı kalmakla bilinir ve tanınır. Ehl-i Sünnet, Ehl-i
Cemaat olmak, Müslüman kimliğinin önüne ve üstüne hiçbir kimliği geçirmemektir.
Hevâsına tabi olan ve şahsi kanatlarını hakikat zannedip din diye takdim
edenler, Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat’ten sayılmazlar. Allah’ın ve Rasûlünün
emrettiği bir şeyi kendi arzusundan, tarikatının, meşrebinin, hocasının ve
şeyhinin şahsi kanaatinden, görüşünden ötürü terk etme
muhayyerliğini kendilerinde görenler, Müslüman kimliğini kaybedenlerdir. Allahû
Teâla buyuruyor: “Allah ve Rasûlü herhangi bir meselede hüküm
bildirdikten sonra, hiçbir erkek veya kadın müminin, o konuda kendi işlerinden
dolayı başka bir tercihte bulunma hakları yoktur. Kim Allah’a ve Rasûlüne isyan
ederse besbelli bir sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzab Sûresi/ 36)
Kimlik; ferdlerin veya toplumsal grupların “Kimsin?” sorusuna verdikleri
cevaplardır. “Kimsin?” sorusuna “el- Hamdulillah Müslüman’ım” demek, Müslüman
kimliğine sahip olmanın bir gereğidir. Müslümanları gayr-i İslâmî hükümlerle
idare olunmaya ve Batılılaşma sevdasına kapılmış kadroların idareciliğine razı
etmeye çalışanlar, Ulusal Kimlik sahipleridir. Şunu bilelim ki; Batı tarafından
eğitilmiş ve yetiştirilmiş kadroların eliyle İslâm coğrafyasının idare
edilmesi, Kıyamet şiddetinde bir tehlikedir.
Ulusal Kimlik, “Mü’minler ancak kardeştir” hakikatine
alternatif olarak ortaya konan ve Müslümanlar için deli gömleğinden farksız
olan bir kimliktir. Kur’ân-ı Kerim ve Mütevatir sünnette yer alan
hukukî, ictimaî, siyasî, adlî, idarî ve ahlâkî hükümleri dikkate aldığımız zaman;
İslâm dininin, Fransa’dan ithal edilen lâiklik felsefesine göre yorumlanması,
kul kaynaklı yasalara ve anayasalara tahkim ettirilmesi, tamamen bir mürtedlik
alâmetidir.
Ulusal Kimlik; Şeriatullah’a dayalı bir ümmet toplumundan çağdaş bir ulusun
ortaya çıkmasını hedefleyenlerin dayatmasıdır. Türkiye’de “Ulusal
Kimliği” Atatürk’e nispet ederek Ulusal Kimliği tartışmayı dokunulmaz hale
getirenlerin Atatürk’e sadakatlerinden bahsedilemez.
“Türkiye’de tartışılan Atatürk’ün şahsı değil, onun adına sistemleştirilen
dünya görüşüdür. Bu dünya görüşünü savunan kimseler; aydınlanma felsefesi ve
modernizm adına, İslâm Şeriatı’nı mahkûm etmeye ve Müslümanları ikinci sınıf
vatandaş (parya) görmeye alışmışlardır.” (Türkiye’nin Siyasî ve İktisadî
Manzarası/Hüsnü Aktaş, Sh: 118, Ankara/ 2010)
İslâm topraklarında Müslüman Kimliği yerine dayatılan Ulusal Kimlikler,
ayrılık şarkılarıdır. Ulusal Kimlikler, Müslümanlara tek ümmet olduklarını
unutturmak içindir. Müslümanları Ulusal Kimliklerden bir kimlik edinmeye mecbur
ve mahkûm edenler, Batılı şer odaklarıdır. Mesela “Türkçülük Kimliği”, Rus
siyasetine karşı Batı’nın geliştirdiği bir Osmanlı siyasetidir ve bir Yahudi
hareketi olarak başlamıştır. Türkiye’de Türkçülük Kimliğine rakip olarak icad
edilen Kürtçülük Kimliği’nin arkasında da Yahudiler vardır. Çünkü dünyada ulus
devletçikler, Yahudilerin ekmek kapılarıdır!
Türkiye’de Kürtçülüğün esaslarını da, Türkçülüğün esaslarını da ilk yazan
kimse, Ziya Gökalp’tir. Kendisine “Gökalp” soyadını veren, Tenkinalp müstearını
kullanan Moiz Kohen olmuştur. (Haşhaşîlerden Jön Masonlara (Nalân Yıldız Özgül,
Sh: 481, İst/ 2014) Avrupa’nın seküler düşüncesinin etkisiyle Osmanlı-İslâm
kimliğinden Türk ulusçuluğu kimliğine geçildiği görülür. Yeni Osmanlıların
yerini, kendilerine Jön Türkler demeyi tercih eden bir grup aydın aldı.
İslâm’ın Türk toplumundaki rolünü ulusal kimliğin altında görmek isteyen
Gökalp, Emile Durkheim’in (1858-1917) dinin toplum içindeki işlevine ilişkin
teorilerini izledi. Mamafih ulusçu Türkler bu teorilerin pratikte işlemediğini
gördüler ve bu okulun öğretilerini terk ederek, Türkiye’nin laik bir devlet
olduğunu ilân ettiler. Ziya Gökalp’in düşüncelerinin Türk toplumu üzerinde ne
kadar etkili olduğunu kestirmek zor; fakat pek çok aydının ve Jön Türk’ün bu
düşüncelere bağlı olduğu kesin. Halk açısındansa bu düşünceler, bir tarihçinin
de belirttiği gibi fikrî bir ütopya idi. Türkiye asıl kimlik kriziyle,
kendisinin laik bir cumhuriyet olduğunu ilân ettiği vakit karşılaştı. Ulusal
Kimlik; Pozitivist ve Faydacı bir dünya görüşüne sahiptir. Onun için
belirleyici olan din ve ümmet değil, ırk ve dildir, coğrafya ve topraktır.
Ulusal Kimlik, Kavmiyetçilik/Milliyetçilik uğruna yasal yalanlarla Allah’ın
dinini kamusal alandan mahkûm edip, hayatın taşrasında tutma çabasıdır.
Müslümanları imanlarından sonra küfre ve kâfirliğe döndürmeye çalışan
Batı, varlığını düşman edinmek üzerine bina etmiş bir kötülükler yumağıdır.
Batının Vatikan önderliğinde yola çıkan Yahudi-Hıristiyan orduları, tarih
boyunca giremediği kaleleri zapt etmek, ülkeleri ele geçirmek, maddi manevi
yeni talan haritaları çizmek için bir dünya işgaline çıkmış durumdadırlar.
Dinler arası diyaloglar, derin ittifaklar, gizli kardinaller ve içerden teslim
alma çökertme operasyonları ile hedef Asya, hedef Ortadoğu, hedef Türkiye
coğrafyasıdır. Hedef Türkiye coğrafyası çünkü Kardinal Newman’ın ta 19.
yüzyıldan seslendirdiği gibi yeni haçlı seferinin kilit ülkesi Türkiye’dir.
Türkiyeli Müslümanlar teslim alınmadan, Hıristiyanlaştırılmadan,
Yahudileştirilmeden batının dünyayı işgal ve talan planları
gerçekleşemez. Batı, İslâm düşmanlığı üzerinden kendi iç bütünlüğünü
sağlama gayreti içerisindedir. Batı’nın hedefinde İslâm’ı, Müslümanları
ve Müslümanların âmentülerini ortadan kaldırmak vardır.
Biz Müslümanlarla Gayr-i Müslimlerin asla ve kat’a âmentü
beraberliği, ortaklığı yoktur. Müslümanların Âmentüsü saf ve berraktır.Müslümanlarla Gayr-i Müslimlerin âmentü ortaklığının var
olduğunu iddia edenler, canımızda, malımızda, toprağımızda gözü olan Gayr-i
Müslimlerinfinanse
ettikleri aramızda dolaşan Batının Şer Şebekelerine bağlı çalışan Şer
güçleridir.
İslâm dinin temeli âmentüdür.Müslümanların âmentüsü tevhid esasına dayanır. Hıristiyanların
âmentüsü ise teslis esasına dayanır. Bu gerçeği kulak ardı eden Yahudiler ve
Hıristiyanlarla İslâm arasındaki farkın teferruatta olduğunu, âmentüde bir
olduğumuzu zanneden eden bazı akide yetimleri şunu iddia ediyorlar:“İyice bakıldığında görülecektir ki ehl-i kitapla temel
noktalarda birlikteyiz. Daha meşhur ifadesi ile Hıristiyan ve Yahudilerle
âmentüde ittifakımız var. Garip olan şudur ki ittifak ettiğimiz âmentüyü öne
geçirmeyip de ihtilaf ettiğimiz teferruatı ileri sürüp, mutlak küfre karşı
dayanışmamıza engel olarak görüyoruz. Hâlbuki temelde ittifak varken, teferruattaki
ihtilaflara takılıp kalmak makul değildir” Bu iddiayı ileri sürenler, İslâm’a
ve Müslümanlara en büyük hakareti yapmakla birlikte en büyük iftirada da
bulunuyorlar.
Genelde İslâm coğrafyasında özelde ise ülkemizde Yahudilerin ve
Hıristiyanların taşeronluğunu yapanlar böyle iftiralarla Mü’minlerin imanlarını
çalmaya, çarpıtmaya çalışıyorlar. Tehlike çok büyüktür. İman hırsızları mal
hırsızlarına benzemez. Malınızı çalanlar sizi bu dünyada perişan ederler. Ama
imanınızı çalışanlar sizi bu hem dünyada ve hem de ahirette hüsrana, zarara ve
ziyana uğratırlar. Bakınız Yahudi ve Hıristiyanların inandıkları Allah ile biz
Müslümanların inandığı Allah aynı değildir. Rabbimiz haber veriyor:
“Ve Yahudiler: “Üzeyir Allah’ın oğludur.” dediler ve
Nasraniler/Hıristiyanlar: “Mesih/İsa Allah’ın oğludur” dediler. Onların
ağızlarıyla söylediği bu sözler, daha önce inkâr eden kimselerin sözlerine
benziyor. Allah onları öldürsün. Nasıl da döndürülüyorlar.”(Tevbe Sûresi/ 30)
Görüldüğü gibi, Hıristiyan ve Yahudiler Allah’a inanıyorlar. Ama
nasıl inanıyorlar? O’nun çocuğu olduğunu kabul ediyorlar. İslâm’da ise bu
şirktir. İhlas suresi açık ve nettir. Şirk’in Allah’ın affetmeyeceği bir günah
olduğu Kur’ân ayetiyle sabittir.. Ayrıca onlar bizim Peygamberimizi kabul
etmiyorlar, Kitabımızı kabul etmiyorlar ama biz onları cennete sokabilmek için
kırk takla atıyoruz. Bu bir imansızlık alâmeti değil mi? Peygamber Efendimiz
Hz. Muhammed (sav) geldikten sonra Yahudi ve HıristiyanlarınPeygamber Efendimize inanıp tabi olmadan Cennete girebilecekleriniiddia etmek, Hz. Peygamberin Peygamberliğini inkâr etmekle
eşdeğerdir. Bir Müslüman’ın “ehli kitabla (Yahudi ve Hıristiynlarla)âmentüde ittifakımız var’’ demesi için ya mecnun/deli olması ya
da İslâm’dan çıkmış olması gerekir. Çünkü 1400 küsur yıllık Müslümanların
tarihinde birçok hezeyanlar görülmüş olmakla beraber, böyle bir hezeyan hiç
görülmemiştir.
Modernistlerden, Oryantalistlerden ithal edilmiş tereddütlerle,
münazara ve münakaşalarla taammüden/kasten Müslümanları meşgul ettirenler, Müslümanlardan
sayılmazlar. Çünkü bunlar da Müslümanları âmentüde Yahudi ve Hıristiyanlarla
ortak kılmaya çalışıyorlar. Müslümanların imanlarıyla uğraşanlar,Müslümanların Hz. Peygambere, Hz. Peygamberin hadislerine karşı
olan itimatlarını paramparça hale getirenler, Mezhep imamlarına, Buharîlere,
Müslimlere karşı zanla, şüpheyle bakmalarını sağlamaya çalışanlar, âmentüde
Yahudi ve Hıristiyanlarla ittifak edenlerdir. Bunlar, Müslümanların
âmentüleriyle alay edenlerdir, Müslümanların âmentüleriyle oynayanlardır. Şunu
bilelim ki; Müslümanlarla Gayr-i Müslimler arasında âmentü ortaklığı yokturlar.
Müslümanlar sadece Müslümanlarla âmentüde ittifak ederler. Müslümanlarla
âmentüde ittifak etmeyenler de Müslüman sayılmazlar.