1946’da, “Derin Türkiye”, başta Nihal Atsız olmak
üzere “Türkçü” hareketin tüm önde gelenlerini gözaltına alıp
tabutluklara (insanın kıpırdayamayacağı kadar daracık işkence hücreleri)
kapattı, hepsini işkenceden geçirdi...
Ülkede bunlar olurken, ne dindarlardan itiraz geldi, ne solculardan...
“Canım” dediler, “şu Türkçüler de fazla
ileri gitmeselerdi!”
Sonra “Derin Türkiye” solculara yöneldi. 12 Mart
(1971-Komuta heyeti ülkeye yine el koymuştur) sürecinde, pembesinden kızılına,
ülkede ne kadar solcu yazar-çizer, sendikacı, öğrenci, kısacası ne kadar solcu
aydın varsa hepsini tutukladı. Mahkeme salonları sanıklarla dolup taştı.
Yargılandılar ve çeşitli cezalar aldılar. Hatta Deniz Gezmiş gibi
bazı gençler de asıldı.
Ne dindarlardan bir itiraz geldi, ne Türkçülerden, ne de milliyetçilerden.
Aynı şekilde düşündüler:
“Canım” dediler, “şu solcular da
fazla ileri gitmeselerdi!”
Derken, 12 Eylül 1980’de generaller bir kez daha Türkiye’ye el koydular…
“Genelkurmay Başkanı” sıfatına, devlete el koyduktan
sonra, “Devlet Başkanı ve Başbakan” sıfatını da ekleyen
Orgeneral Kenan Evren, meydan meydan dolaşıp laiklik nutku
eşliğinde âyet-hadis okumaya başladı. Şekilci dindarlar “Bize
dokunmayan bin yaşasın” hesabında onu alkışlarken, şekilci
solcular “laik” takılıp parsa toplamaya çıktılar.
Milliyetçi kesim ise, atıldığı zindandan, “Biz zindandayız amma
fikrimiz iktidarda” mesajı gönderiyordu.
Aydınlar yine biçiliyor, fikir yine öldürülüyor, düşünce yine “yasak”kapsamında
tutuluyor, insan hakları görülmemiş biçimde çiğneniyordu.
Nihayet 28 Şubat süreci başladı: “Derin Türkiye” bu kez,
komünizmin dünya çapındaki perişaniyetinden sonra laikliğin dozunu arttıran
eski komünistlerle milliyetçilerin desteğini alıp “dinci” ilan
ettiği kesimlerin üzerine çullandı.
Ne milliyetçilerden itiraz geldi, ne solculardan, ne de “light
dindar”lardan:“Demokratlar”ı soracak olursanız, ülkede onların
sayısı zaten devede kulaktı. Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne taşımaya
çalıştığı görüntüsü vermek isteyen “en demokrat demokrat” Mesut Yılmaz bile,
iktidardaki siyasi rakiplerini asker tankı eşliğinde yenmeye çalışıyor, “Sincan’dan
geçen tankları görmüyor musunuz?” diye soruyordu.
Zaten eski CHP de, 27 Mayıs 1960 darbesinin Demokrat Parti’yi
tüm mensuplarıyla birlikte yok etme projesini, “tanklara dayanarak” onaylamış,
ancak 12 Eylül sürecinde sıra kendisine de gelmiş ve kapatılmıştı. DP
kapatılırken CHP, MSP kapatılırken AP, DEP-HEP, v.s. kapatılırken RP karşı
çıksaydı, 69 yıllık çok partili siyasi hayatımızda düzinelerce kapanmazdı.
Anlayacağınız, şu bizim demokrasi (bu isimde bir kitabım da var, ama
mevcudu kalmamış durumda) ideolojik grupların ve siyasi partilerin “Bana
dokunmayan bin yaşasın!” hesabına kurban gitti!..
Şimdi aynı oyun tersinden kurgulandı: Bu kez “sivil” gruplar,
devlete çullanıyor…
Devleti dinliyor ve devletin en mahrem bilgilerini bir yerlere servis
ediyor…
Bu dehşetengiz manzara karşısında bazılarımızın tek yaptığı iş, “Ama
canım, devleti yönetenler de…” diye başlayan cümleler kurmak…
Hâlbuki “devletin bekası”nın sözkonusu olduğu yerde, diğer
bütün gerekçeler susar…
Tüm sebepler, ötelenir…
Devletin varlığını güve gibi kemirenlere karşı yekvücut çıkılır.
Kur’an ve
anayasa
Müslümanın düsturu Kur’an’dır. O halde müslümanın anayasası da, yasaları
da Kur’an’a uygun olmalı; “halkı müslüman olan Türkiye”yi
“yeniden inşa” etmek için toplumdan onay isteyenler de bu hususu muhakkak
dikkate almalıdır.
İşe “anayasa”dan ve “anayasal düzen”den başlamak lazım. Anayasanın
Kur’an’a uygun hale getirilmesi için, önce anayasadaki Kur’an’a aykırı hükümleri
değiştirmek gerekiyor.
“Anayasada Kur’an’a aykırı hükümler mi var?” diyen olursa, bilsin ki
anayasa tümüyle Kur’an’la çelişiyor. İşte size bazı örnekler:
Kur’an’a göre “ölümsüz ve eşsiz olan Allah’tır”;
Anayasaya göre “Atatürk”tür.
Kur’an’a göre “hayat Allah’ın hükümlerine göre düzenlenmelidir” ve“üstün
olan ilahi kanunlardır”; Anayasaya göre “Devlet ve toplum hayatı,
Atatürk ilke ve inkılaplarına göre düzenlenir” ve “üstünlük anayasa ve
kanunlardadır.”
Kur’an’a göre “Allah’ın hükümleri ilelebed geçerli, hakim ve
hükmedendir ve tüm insanlık, İslam medeniyetine ulaşmakla yükümlüdür”;
Anayasaya göre “Türkiye Cumhuriyeti ilelebed var olacaktır ve çağdaş medeniyet
düzeyine çıkmak azmindedir.”
Kur’an’a göre “Allah’ın idaresi mutlak üstündür” ve “hakimiyet
ancak Allah’ındır”; Anayasaya göre “Millet iradesi mutlak üstündür” ve
“hakimiyet kayıtsız şartsız Türk milletinindir.”
Kur’an’a göre “Allah’ın vahiy düzeninin hakim olduğu otoritede,
idareciler hiçbir zaman ilahi emir-yasak hudutlarının dışına çıkamazlar”;
Anayasaya göre “millet adına egemenlik yetkisini kullanan hiçbir kurum ve
kuruluş, anayasada gösterilen demokrasi ve hukuk düzeninin dışına çıkamaz.”
Kur’an’a göre “Kur’an’a muhalif her fikir ve mülahaza, Kur’an’a
aykırı her hal ve tavır reddedilir, hiçbir değeri yoktur ve koruma görmez”;
Anayasaya göre “Atatürk milliyetçiliğine, Atatürk ilke ve inkılaplarına uygun
olmayan hiçbir şey, hiçbir düşünce ve mülahaza koruma görmez, reddedilir.”
Kur’an’a göre “Din demek, aynı zamanda devlet demektir, siyaset
demektir ve dinsiz devlet olmaz”; Anayasaya göre “Laiklik esastır, din,
devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karışamaz.”
Kur’an’a göre “İslam’a karşı savaşanlarla dost olunmaz, onlarla
barış içinde bulunulamaz ve İslam’ın hakimiyetine girinceye kadar onlarla
savaşılır”; Anayasaya göre “yurtta ve cihanda sulh esastır.”
Kur’an’a göre “Allah Kur’an’ı koruyacaktır; tüm müslümanlar
Kur’an’ın hükümlerini sahiplenmekle, hayatına ve bütünüyle hayata hakim
kılmakla mükelleftir”; Anayasaya göre “Anayasa, demokrasiye aşık Türk
evlatlarının vatan ve millet sevgisine, korunması için emanet ve tevdi
edilmiştir.”
Kur’an’a göre “Demokrasi ve laiklik şirktir, küfürdür ve küfrün
her çeşidi reddedilir”; Anayasaya göre “Demokrasi ve laiklik devletin
temel esaslarındandır.”
Kur’an’a göre “devlet dinsiz olamaz” ve “devletin
idari, siyasi, hukuki, içtimai vb. tüm yapılarında İslam’ın hükümleri hakimdir”;
Anayasaya göre “Devletin dini olamaz” ve “Din kuralları devletin idari, siyasi,
hukuki, içtimai vb. yapısında geçersizdir.”
Kur’an’a göre “müslümana ve kâfire aynı kanunlar uygulanamaz;
bunlar birbirine eşit değillerdir” ve “Müslümanın ve
kafirlerin hakları ve vazifeleri aynı değildir, eşit değildir”;
Anayasaya göre “Devlet hangi dinden olursa olsun, herkese aynı kanunları
uygular, herkes eşittir” ve “Devlet herkese eşit hak ve vazifeler verir.”
Kur’an’a göre “kanun koyma yetkisi yalnızca Allah’ındır” ve“hakimiyetin
ve kanun koymanın esası, sınırları vahiyle belirlenir”; Anayasaya göre
“kanun koyma yetkisi yalnızca TBMM’nindir” ve “kanunları ve hakimiyetin
sınırlarını, esasını Anayasa belirler.”
Kur’an’a göre “kanunlar Kur’an’a uygun olmalıdır; suç ve
cezaların esaslarını ve suç ve cezaları ancak ilahi irade belirler”;
Anayasaya göre “suç ve cezaları ve bunların esaslarını ancak Anayasaya uygun
kanunlar koyar.”
Kur’an’a göre “Allah’tan başka hiç kimse, serbest bırakma ve
yasaklama hudutları tayin edemez, bu konuda esaslar koyamaz”; Anayasaya
göre “yasak-serbest sınırlarını ve esaslarını Anayasa koyar.”
Kur’an’a göre “sosyal, ekonomik, siyasi ve hukuki düzen İslam’a
göre olmalıdır”; Anayasaya göre “sosyal, ekonomik, siyasi ve hukuki
düzenin din esaslarına dayandırılması yasaktır, suçtur.”
Kur’an’a göre “gençlik, ilahi hükümler doğrultusunda, Allah’ın
ortaksız ve mutlak hakimiyetine inanan ve Şeriat’a göre yaşayanlar olarak
yetiştirilmelidir”; Anayasaya göre “gençler, Atatürk ilke ve
inkılapları doğrultusunda ve dinsiz devleti korumak anlayışı ile
yetiştirilirler.”
Kur’an’a göre “tağutların ilke ve icraatları, önderlik ve
otoriteleri reddedilir”; Anayasaya göre “Atatürk ilke ve inkılaplarına
bağlı kalınacaktır.”
Kur’an’a göre “tağutun huzurunda, tağutun mahkemelerinde,
tağutun kanunları ile muhakeme olunmaz”; Anayasaya göre “mahkemeler
Allah’ın yasalarına göre değil, insan yapımı kanunlara göre karar verir.”
Bunlar, mevcut anayasanın Kur’an’ın mesajına aykırı düştüğü hususlardan
birkaç örnek.
“Yeni Türkiye”yi inşa etmek isteyenlerin dikkatlerine arz olunur.
Kürt Meselesine
İslami Çözüm Çalıştayı
Geçtiğimiz hafta sonu (7-8 Mart) Diyarbakır’da çok önemli bir “çalıştay”yapıldı.
Terör örgütü PKK yandaşlarının en küçük faaliyetleri bile basında büyük ilgi
görüp manşetlere taşınırken, müslümanların yaptığı çalıştay maalesef gereken
ilgiyi görmedi. Oysa konu çok önemliydi. Konu, “Kürt meselesi”nin “İslami
çözüm”ünün nasıl olacağına dairdi.
Halen yürütülen “çözüm süreci”nde “hangi yanlışlar”ın
yapıldığı,“yanlışların hangi temelden kaynaklandığı” ve “nasıl
düzeltileceği”, meydana gelen “tıkanıklıkların nedenleri” ve “nasıl
giderileceği”, yürütülen“sürecin nasıl daha sağlıklı bir zemine
oturtulacağı”, yine “adil bir çözüm”e ve “kalıcı bir
barış”a ulaşmanın nasıl mümkün olabileceği, çalıştayın ana konusuydu.
Çalıştayda “sorunun niteliği”nin tanımlanmış olması bence çok
önemli. Nitekim, “Kürt meselesi”nin sadece bir “güvenlik
sorunu” olmadığı vurgulandı ve sorunun “tarihi, siyasi,
sosyolojik, ekonomik, bölgesel ve uluslararası boyutları”nın bulunduğu
ifade edildi. Böylece, “tedavi” için gerekli olan “teşhis”e
dair önemli bir başlık atıldı.
“İslam toplumu”nun önemli bir unsuru olarak Kürtlerin, “İslam
coğrafyası”nın tam ortasında yer aldığı hatırlatılan Çalıştayda, “Kürt
meselesinin çözümsüz kalmasının bütün coğrafyayı ve ümmeti menfi olarak
etkileyecek bir mesele olduğu”na dikkat çekilmesi, bence çözümün ne kadar
elzem olduğunu göstermesi bakımından önemli. Bu kapsamda çözüm olarak
vurgulanan şu öneri, aslında meselenin tam da merkezini teşkil ediyor: “Devletin
tekçi, ulusçu, Laikçi politikalarının mahkûm edilmesi gerekir.” Tabiî
bu, “Laik-Kemalist devletin radikal dönüşümü” için
ne gerekiyorsa yapılmasını gerekli kılıyor.
En önemli tesbitlerden biri, PKK’nın “Kürtçü yaklaşım”ının ve
tümüyle Türkleri suçlayan söyleminin aksine, “sorunların vebalinin Türk
unsuruna yüklenmemesi gerektiği”ne yapılan vurgu oldu. Bu kapsamda, sorunu“Cumhuriyetin
kuruluş felsefesi”nin özeti olan “Laikçilik” ve “ulusçuluk”un
büyüttüğü, “ulus devlet” pratiğine dayanan rejimin/sistemin
ürettiği, yapılan “asimilasyon politikaları”ndan, “farklı
kimlikleri inkâr, imha ve tenkiller”den kendileri de “resmi
ideolojinin mağduru” olan “müslüman Türk unsuru”nun
sorumlu tutulamayacağının vurgulanması çok önemli.
“Dünyanın şer odakları”nın ve “yerli işbirlikçiler”inin
bütün çabalarına rağmen, sorunun “Türk ve Kürt halkları arasında
çatışma”ya dönüşmemesinin, her iki halkın da “müslüman” olmasından
kaynaklandığının tesbiti çok önemli. Bu tesbit, “çözümün adresi” olması
bakımından da büyük önem taşıyor. Bu kapsamda, “Kürt ve Türk
halklarının İslam’dan uzaklaştırılması” halinde terör örgütüyle
devletin silahlı güçleri arasındaki çatışmanın “iki halk arasında
topyekün çatışma”ya dönüşeceği uyarısı, “yaşanması mümkün bir
felaket”i önleme adına dikkate alınması gereken bir uyarı.
Çalıştayda vurgu yapılan bir diğer önemli husus da, “silah ve
şiddetin bir hak arama yöntemi olarak görülmekten vazgeçilmesi” gerektiğidir.
Aslında bu, çözümün en önemli ayaklarından olan “silah bırakma”nın
bir başka ifadesi. Bu kapsamda meselenin “siyasi ve jeopolitik
dengeler” üzerinden“uluslararası boyut”a ulaşmasının mutlaka
önlenerek “iç dinamikler”üzerinden çözülmesi gerektiğinin
vurgulanması, Çalıştayın önemli tesbitlerinden biri. “Uluslararası
güçlerin ve özellikle emperyalizmin temsilcilerinin masaya davet edilmesi”nin,
meseleyi daha da “içinden çıkılmaz” hale getireceğinin
vurgulanması, PKK’nın şart koştuğu “üçüncü göz” önerisinin
tehlikelerine işaret eden önemli bir tesbit. Çalıştayda,“üçüncü göz”ün,
“yerel unsurlar”dan oluşturulması öneriliyor.
Çalıştayda sorunun çözümünde Devlet’in yaptığı temel bir hataya da dikkat
çekiliyor. “Çözüm görüşmelerinde sadece terör örgütü PKK’nın muhatap
alınmasının yanlışlığı”na işaret edilerek, “farklı Kürt unsurları”nın
da “çözüm masası”na oturtulması gerektiğinin önemi vurgulanıyor.
Yine, meselenin “adalet temeli”nde çözüm yolunun “İslami
bakış açısı” ve “tarihi tecrübe”de aranması gerektiğine
işaret edilerek, bununla beraber “tüm kimlikler ve kültürler”in, “kendi
renkleriyle” aynı tuvalde buluşmasının, aynı karede, aynı ufka
birlikte bakmasının önemine dikkat çekiliyor.
Bu yazının bir parçası olarak, “Kürt Sorununa İslami Çözüm
Çalıştayı”nın“Sonuç Bildirgesi”ni mutlaka okumanızı öneriyorum.
Meselenin “etnik unsurlar” temelinde görüşülerek çözüme
kavuşturulamayacağının hem de “müslüman Kürtler” tarafından
ilanı olan bu bildirge, bence “çözüm”e dair en önemli “irade beyanı” anlamına
geliyor. Artık ana esasa, “İslami kimlik”e dönülmesinin ne kadar da
elzem olduğunun anlaşılması için de Çalıştaya farklı bir önemin verilmesi
icabediyor. Bu kapsamda şu vurgu çok önemli: “Müslüman Kürt halkının
hak talepleri ve hassasiyetleri dikkate alınmadan yüzyılların oluşturduğu
sorunları çözmek mümkün değildir. Bu hassasiyetlerin başında İslam gelir ve
İslami değerlere aykırı hiçbir çözüm modeli Kürt halkı nezdinde karşılık
bulmaz.”
Çok önemli ve gerçekten gecikmiş bir etkinlik olan bu çalıştayın, barış
sağlanana kadar, daha geniş katılımla, daha detaylı ve esaslı analiz ve çözüm
önerilerinin ele alınacağı şekilde, farklı illerde 4 ayda bir düzenli
olarak yapılması gerektiğini düşünüyorum.
YENİAKİT - Faruk Köse
Müslümanlarla
gayr-i müslimlerin âmentü ortaklıkları yoktur.
Müslümanları
imanlarından sonra küfre ve kâfirliğe döndürmeye çalışan Batı, varlığını düşman
edinmek üzerine bina etmiş bir kötülükler yumağıdır. Batının Vatikan
önderliğinde yola çıkan Yahudi-Hıristiyan orduları, tarih boyunca giremediği
kaleleri zapt etmek, ülkeleri ele geçirmek, maddi manevi yeni talan haritaları
çizmek için bir dünya işgaline çıkmış durumdadırlar. Dinler arası diyaloglar,
derin ittifaklar, gizli kardinaller ve içerden teslim alma çökertme
operasyonları ile hedef Asya, hedef Ortadoğu, hedef Türkiye coğrafyasıdır.
Hedef Türkiye coğrafyası çünkü Kardinal Newman’ın ta 19. yüzyıldan
seslendirdiği gibi yeni haçlı seferinin kilit ülkesi Türkiye’dir. Türkiyeli
Müslümanlar teslim alınmadan, Hıristiyanlaştırılmadan, Yahudileştirilmeden
batının dünyayı işgal ve talan planları gerçekleşemez. Batı, İslâm
düşmanlığı üzerinden kendi iç bütünlüğünü sağlama gayreti içerisindedir.
Batı’nın hedefinde İslâm’ı, Müslümanları ve Müslümanların âmentülerini ortadan
kaldırmak vardır.
Biz
Müslümanlarla Gayr-i Müslimlerin asla ve kat’a âmentü beraberliği, ortaklığı
yoktur. Müslümanların Âmentüsü saf ve berraktır. Müslümanlarla Gayr-i
Müslimlerin âmentü ortaklığının var olduğunu iddia edenler, canımızda,
malımızda, toprağımızda gözü olan Gayr-i Müslimlerin finanse ettikleri
aramızda dolaşan Batının Şer Şebekelerine bağlı çalışan Şer güçleridir.
İslâm dinin
temeli âmentüdür. Müslümanların âmentüsü tevhid esasına dayanır.
Hıristiyanların âmentüsü ise teslis esasına dayanır. Bu gerçeği kulak ardı eden
Yahudiler ve Hıristiyanlarla İslâm arasındaki farkın teferruatta olduğunu,
âmentüde bir olduğumuzu zanneden eden bazı akide yetimleri şunu iddia
ediyorlar: “İyice bakıldığında görülecektir ki ehl-i kitapla temel
noktalarda birlikteyiz. Daha meşhur ifadesi ile Hıristiyan ve Yahudilerle
âmentüde ittifakımız var. Garip olan şudur ki ittifak ettiğimiz âmentüyü öne
geçirmeyip de ihtilaf ettiğimiz teferruatı ileri sürüp, mutlak küfre karşı
dayanışmamıza engel olarak görüyoruz. Hâlbuki temelde ittifak varken,
teferruattaki ihtilaflara takılıp kalmak makul değildir” Bu iddiayı ileri
sürenler, İslâm’a ve Müslümanlara en büyük hakareti yapmakla birlikte en büyük
iftirada da bulunuyorlar.
Genelde
İslâm coğrafyasında özelde ise ülkemizde Yahudilerin ve Hıristiyanların
taşeronluğunu yapanlar böyle iftiralarla Mü’minlerin imanlarını çalmaya,
çarpıtmaya çalışıyorlar. Tehlike çok büyüktür. İman hırsızları mal hırsızlarına
benzemez. Malınızı çalanlar sizi bu dünyada perişan ederler. Ama imanınızı
çalışanlar sizi bu hem dünyada ve hem de ahirette hüsrana, zarara ve ziyana
uğratırlar. Bakınız Yahudi ve Hıristiyanların inandıkları Allah ile biz
Müslümanların inandığı Allah aynı değildir. Rabbimiz haber veriyor:
“Ve
Yahudiler: “Üzeyir Allah’ın oğludur.” dediler ve Nasraniler/Hıristiyanlar: “Mesih/İsa
Allah’ın oğludur” dediler. Onların ağızlarıyla söylediği bu sözler, daha önce
inkâr eden kimselerin sözlerine benziyor. Allah onları öldürsün. Nasıl da
döndürülüyorlar.” (Tevbe Sûresi/ 30)
Görüldüğü
gibi, Hıristiyan ve Yahudiler Allah’a inanıyorlar. Ama nasıl inanıyorlar? O’nun
çocuğu olduğunu kabul ediyorlar. İslâm’da ise bu şirktir. İhlas suresi açık ve
nettir. Şirk’in Allah’ın affetmeyeceği bir günah olduğu Kur’ân ayetiyle
sabittir.. Ayrıca onlar bizim Peygamberimizi kabul etmiyorlar, Kitabımızı kabul
etmiyorlar ama biz onları cennete sokabilmek için kırk takla atıyoruz. Bu bir
imansızlık alâmeti değil mi? Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (sav) geldikten
sonra Yahudi ve Hıristiyanların Peygamber Efendimize inanıp tabi olmadan
Cennete girebileceklerini iddia etmek, Hz. Peygamberin Peygamberliğini
inkâr etmekle eşdeğerdir. Bir Müslüman’ın “ehli kitabla (Yahudi ve
Hıristiynlarla) âmentüde ittifakımız var’’ demesi için ya
mecnun/deli olması ya da İslâm’dan çıkmış olması gerekir. Çünkü 1400 küsur
yıllık Müslümanların tarihinde birçok hezeyanlar görülmüş olmakla beraber,
böyle bir hezeyan hiç görülmemiştir.
Modernistlerden,
Oryantalistlerden ithal edilmiş tereddütlerle, münazara ve münakaşalarla
taammüden/kasten Müslümanları meşgul ettirenler, Müslümanlardan sayılmazlar.
Çünkü bunlar da Müslümanları âmentüde Yahudi ve Hıristiyanlarla ortak kılmaya
çalışıyorlar. Müslümanların imanlarıyla uğraşanlar, Müslümanların
Hz. Peygambere, Hz. Peygamberin hadislerine karşı olan itimatlarını paramparça
hale getirenler, Mezhep imamlarına, Buharîlere, Müslimlere karşı zanla,
şüpheyle bakmalarını sağlamaya çalışanlar, âmentüde Yahudi ve Hıristiyanlarla
ittifak edenlerdir. Bunlar, Müslümanların âmentüleriyle alay edenlerdir,
Müslümanların âmentüleriyle oynayanlardır. Şunu bilelim ki; Müslümanlarla
Gayr-i Müslimler arasında âmentü ortaklığı yokturlar. Müslümanlar sadece
Müslümanlarla âmentüde ittifak ederler. Müslümanlarla âmentüde ittifak
etmeyenler de Müslüman sayılmazlar.
Müslümanları
Âmentüsüz kılma girişimleri
Müslüman’ın
hayatı “Âmentü” ile başlar. İman-ı Billâh insan fıtratının olmazsa olmaz
ihtiyacıdır. Her Müslüman “Âmentü” dediğinde “Allah’a, Meleklerine,
Kitaplarına, Peygamberlerine, Âhiret gününe, Kadere, Hayır ve Şerrin Allah’tan
geldiğine, öldükten sonra dirilişe” inandığını kalbî ve kavlî olarak ortaya
koymuş olur. Müslüman, Âmentüsüne ister dâhilde ve isterse hariçte yapılan her
saldırıyı bizzat kendi hayatına yapılmış bir saldırı kabul edip harekete geçer.
Müslüman’ın
her nefesi mü’min olarak yaşama duyarlılığı, “Âmentü Hassasiyeti”ndendir. Bu
nedenle Müslüman bir insanın en stratejik hedefi, “son nefesi mü’min olarak
vermek” tir. Mü’minlerin bütün çırpınışları, imanlarını muhafaza ve müdafaa
etmek içindir. Çünkü iman giderse, her şey gider. Müslümanları imanlarından
etmeden onları kul kaynaklı yasalara ve anayasalara kul ve köle edinmek mümkün
değildir. Bunu bilen ehl-i küfür, gerek tarihte ve gerekse günümüzde bütün plan
ve projelerini Müslümanların imanlarını çalmak üzerine bina etti.
Yahudiler,
Hıristiyanlar, Müşrikler, Münafıklar, Laikliğe iman etmiş Demokrat sağcı ve
solcu Harbiler, Mürtedler, her gün, her saat, her dakika hatta her salise biz
Müslümanların imanlarını çalmakla meşguldürler. Rabbimiz haber veriyor:
“Ehl-i
kitaptan pek çoğu; gerçek, kendilerine açıklandıktan sonra nefislerindeki haset
sebebiyle sizi imandan sonra küfre çevirmek isterler. Allah’ın emri gelinceye
kadar onları affedip bağışlayıverin. Şüphesiz ki Allah her şeye kadirdir.” (Bakara
Sûresi/ 109)
Yahudiler,
Hıristiyanlar, Müşrikler, Münafıklar, Mürtedler çok iyi biliyorlar ki
yeryüzünde Müslümanlar Âmentülerine sahip çıktıkları ve hayatlarını kendi
Âmentülerinin çerçevesinde tutma hassasiyetlerini ortaya koyup devam
ettirdikleri müddetçe, batılın hüküm sermesi mümkün olmayacaktır. Bu nedenle
Müslümanları Âmentüsüz kılma faaliyetini başlatmışlardır. Yahudi ve
Hıristiyanların İslâm coğrafyasındaki yandaşlarından, taşeronluğunu yapan
Bel’âmlardan ve Samirilerinden istedikleri ilk şey, Müslümanları Âmentülerinde
şüpheye düşürmek, iman esaslarını, iman esaslarının bütünlüğünü mü’minlerin
gündeminden çıkarıp atmaktır. Yani Müslümanları mevsimlik din değiştiren
seyyar/değişken âmentülü insanlar haline getirmektir. Bunun için Kur’ân-ı Kerim
bizi uyarıyor:
“Ey iman
edenler! Kendilerine kitap verilenlerden (Yahudi ve Hıristiyanlardan) bir
fırkaya itaat ederseniz, imanınızdan sonra sizi yeniden kâfirliğe döndürmek
isterler.” (Âl-i İmran Sûresi/ 100)
Yahudilerin
ve Hıristiyanların dostluğuna ve idareciliğine razı olup kendilerine itaat
edenler, onlardan dostlar ve idareciler edinmek gayretinde bulunanlar, imandan
sonra kâfirliğe dönmeye çalışanlardır. Bunların Kur’ân okumaları, dinden
bahsetmeleri, bu gerçeği ortadan kaldırmaz.
Günümüzde
genelde İslâm coğrafyasında özelde ise ülkemizde Allahû Teâla’nın ğaybı
bilmediğini, Kadere imanın iman esaslarından olmadığını iddia ederek
Müslümanları Âmentüleri hususunda şüpheye düşürmeye çalışanlar, Müslüman olarak
bizi imanımızdan sonra küfre ve kâfirliğe döndürmeye çalışan Yahudi ve
Hıristiyanların aramızda dolaşan taşeronlarıdır. Müslümanların Âmentülerinde
şüpheler meydana getirme gayretleri, Müslümanları Âmentüsüz kılma
girişimlerindendir. Rasûlüllah (sav)’in hadislerini itibarsızlaştırma
çalışmaları da, Müslümanları Âmentüsüz kılma girişiminden sayılır. İslâm dini
adına Müsteşrikleri dinleyenlerin, onlardan Allah’ın dinini öğrenmeye
çalışanların kaybedecekleri ilk şey, imanları ve dinleridir.
Türkiye’de
Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte Müslümanların Âmentüleriyle oynanmaya
başlanmıştır. Devletin resmî dininin İslâm olduğu ibaresi anayasadan
çıkarıldığı yıl, 1928’de, geliri Tayyare Cemiyeti’ne bağışlanan “Türk’ün
Yeni Âmentüsü” başlıklı bir kitap yayınlanmıştır; “Türk’ün
Yeni Âmentüsü” adlı kitap dönemin Kemalist çizgideki meşhur gazetesi
Hâkimiyeti Milliye tarafından bastırılmıştır. Türk’ün yeni âmentüsü devlet
tapıcılığının ve milliyetçiliğin dinleştirilmesinin âmentüsüdür. Halkı Müslüman
veya halkından Müslüman olan ülkelerde ilkokuldan üniversiteye kadar şirk
akidesinden kaynaklanan istilâ kültürünü esas alan Demokratik Laik Eğitim ve
Öğretim, nesillerin Allah’a kul olma haklarını sahte ilahlara kulluk hesabına
çalmaktan ibarettir.
Müslüman
olarak yaşamak ve Müslüman olarak ölmek istiyorsak, bizi ve neslimizi Allah’a
kul olmaktan alıkoyan bütün kurum ve kuruluşları terk etmeliyiz, âmentümüzle
çelişen ve çatışan bütün bilgileri ve belgeleri kimden gelmiş olursa olsun
behemehâl çöpe atmalıyız. Müslüman olarak âmentüsüyle çelişen ve çatışan
bilgileri ve belgeleri çöpe atmayan bir kimse, küfür çöplüğünde çöp olarak
kalmaya mahkûmdur. Küfür çöplüğündeki çöplerle vakit öldürmek, bir Müslüman’ın
vasfı değildir. Çünkü Müslüman’ın âmentüsü buna müsaade etmez.
Batılılaşma
sevdasına sevap fetvaları/1
Yaşadığımız çağda insanlık camiası tarafından zaruret
mertebesinde aranan İslâm ve Müslümanlardır. Ancak “İçinde yaşadığımız çağ
İslâm’ı arayanların onu ancak kitaplarda, Müslümanları arayanların onları ancak
mezarlarda bulabildiği bir çağdır.”
İslâm’ı bırakıp başka yerde izzet arayan Müslüman’ın
Müslümanlığı tartışılır. İslâm âleminde Müslümanlar arasında görülen
Batılılaşma sevdası, izzeti yanlış yerde aramanın sonucudur. Rabbimiz
buyuruyor:“Onlar (Müşrikler) kendilerine izzet/kuvvet ve şeref
kazandırsınlar diye, Allah’tan başka ilahlar edindiler.” (Meryem
Sûresi/ 81)
Batılılaşmanın sevdaya dönüştüğü bir dönemde bazı
İslâm âlimlerinin, bazı Müslüman mütefekkirlerin söyledikleri ve Müslümanlar
arasında adeta fetvaya dönüşen şu tespitler bütünüyle masum görünmüyorlar:
Mehmet Âkif Ersoy, Berlin gezisi sonrasında yurda
döndüğünde Batıyı merak içerisinde öğrenmek isteyenlere şu cevabı verdi:
“Dinleri var işimiz gibi, işleri var dinimiz gibi..”
Said Nursî de Şeyh Bahit Efendiye şunları
söylemiştir: “Avrupa bir İslâm devletine, Osmanlı Devleti de bir Avrupa
devletine hâmiledir. Bir gün gelip doğuracaklardır.”
Mısırlı âlim Şeyh Muhammed Abduh da der ki: “Avrupa’da
Müslümansız bir İslâm var. Biz de ise İslâmsız Müslümanlar var.”
Bu üç âlimin tespitlerindeki ortak nokta Batı’nın
bizimle bir şekilde ilişkisinin olduğunun ortaya konulmasıdır. Tespitlerde
musbet gibi gözüken yönleri birleştirirsek şu birbirini tamamlayan cümleler
ortaya çıkar: “Batının işleri var dinimiz gibi. Avrupa Osmanlı’yı
doğurmuştur. Avrupa’da Müslümansız bir İslâm var.” Bir bütün halinde
bu tespitler, İslâm âleminde, ülkemizde Batı kültürünün, edebiyatının,
sanatının ithal edilmesi hususunda tereddüt gösteren Müslümanlar için adeta
birer sevab fetvasına dönüşmüşlerdir. Bu tespitler, Batılılaşma köprüsünden
geçmek isteyen Müslümanlar için adeta birer vize vazifesini de yapmışlardır.
Ama bir gerçek var ki; Batının edebiyatı, sanatı, kültürü, ilmi dininden,
akidesinden bağımsız gelişmemiştir. Müslümanlar olarak iman mihengine vurmadan
Batı’nın kültürünü, edebiyatını, sanatını, ilmini alırsak, Hıristiyanlaşma ve
Yahudileşme tehlikelerinin içine düşmekten kurtulamayız. Muhammed Kutub
(Rh.a.), Şeyh Muhammed Abduh’un:“Avrupa’da Müslümansız bir İslâm var. Biz de
ise İslâmsız Müslümanlar var”adındaki bu tespitini tahlil ve tahkik ederken
şunları söylemiştir: “Herhangi birimiz Avrupa’ya ya da Amerika’ya gidecek
olursa orada gerçekten son derece nazik bir ahlâk ile karşılaşır. İlk anda
bunun İslâm ahlâkının kendisi olduğunu zanneder. Tıpkı Şeyh Muhammed Abduh’un
zannettiği gibi.. Şeyh Muhammed Abduh’un söylemiş olduğu sözün ikinci şıkkı
doğrudur. Yani bizde Müslüman ismini taşıyan ama vakıa âleminde İslâm’ı
uygulamayan şahıslar var. Birinci şıkka gelince; onun üzerinde biraz durmak
isteriz.
Batı ahlâkının dış görünümü gerçekten güzeldir. Size
bazı örnekler vereyim. Çağdaş cahiliyyede var olan bunca ahlakî bozulmaya
rağmen orada karanlıkta veya günün aydınlığında birbirine aşık bir memur erkek
ve bir memure kadın bulunabilir. Çünkü onlarda aydınlık ile karanlık arasında
fark yoktur. Fakat her ikisi de çalışma saatlerinde birbirlerine dönüp
bakmazlar, çalışma vakitlerinin kısacık bir zamanını dahi kendi özel
konuşmaları ile harcayıp tüketmezler.
Bizim çağdaş İslâm dünyamızda kaybettiğimiz emin olma
vasfı onlarda bulunmaktadır. Tüccar seni aldatmaz; ne sattığı malın türünde ne
de fiyatında seni kandırır. Bundan dolayı onlar pazarlıkla harcanacak vakti
kazanırlar. Doğruluk da böyledir. Verilen sözlerde hassasiyet göstermek de
böyledir. Öyle bir ahlâk ile karşı karşıyasınız ki zahiri itibariyle o, İslâm
ahlâkiyatı gibi görünür. Hatırladığım şöyle bir olay var. Mısırlı bir tüccar
İngiltere’den bir mal ithal etmişti. Onu teslim aldığında anlaşmış olduğu
alış-verişin nitelikleri ile bağdaşmayan iki koli tespit etti. Tüccar geri
kalan mal istenen nitelikte olduğundan bu iki koliyi görmezlikten gelmeyi uygun
buldu. Fakat aniden İngiltere’den ihracatı yapan tüccardan bir telgraf aldı.
İstenmeyerek yapılan bu hatadan özür diliyor, meydana gelen olaydan ileri
derecede üzüntülerini bildiriyor ve o iki koli yerine istediği türden iki
kolinin kendisine yollandığını haber veriyordu. Böyle bir ahlâk hakkında ne
deriz? Yüce bir ahlâk deriz. Fakat gelin hep birlikte bunu iyice görmeye
çalışalım.
Şüphesiz bu, gerçek mahiyeti itibariyle müşterisi ile
her zaman ona sevgi göstermek, ona yumuşak davranmak ve ilişkilerinde doğru
olmak ile ilişkilerini sürdürmeye çalışan zeki Yahudi tüccarın ahlâkiyatıdır.
Böylelikle aynı müşteri kendisine bir daha gelsin ve her seferinde kârı daha da
artsın. Şimdi bununla Hac mevsiminde bazı tüccarların yaptıklarını
karşılaştıralım. Bu zamanda onların bütün çaba ve gayretleri müşterinin
cebindekini boşaltmaya yöneliktir. Bundan sonra isterse ebediyen onlara bir
daha dönmesin. Hiç önemi yoktur. İşte Hac mevsiminde bu tüccarın yaptığı asla
kabul edilemez. Bunu ölçü alarak Avrupa ahlâkının daha güzel olduğu hükmü
verilemez.
Batılılaşma
sevdasına sevap fetvaları/2
Avrupa ahlâkı dış görünüşteki güzelliğine rağmen menfaatçi (pragmatist) bir
ahlâktır. Yalnızca fayda peşindedir. Eğer menfaati gerçekleştirecek “bir gayr-i
ahlâkî yol” bulacak olursa batı hiçbir zaman onu kullanmakta gecikmez, bundan
dolayı sıkılmaz ve günah duygusuna da kapılmaz. Şimdi sömürgeciliğe ve halkları
köleleştirip bütün zenginliklerini talan ettikleri son derece adi yollarına bir
bakın. Aynı şekilde üçüncü dünyaya zehirleri ihraç eden Avrupa’ya bakın.
Çernobil hadisesinden sonra radyasyonlarla kirlenmiş bozuk yiyecekleri, son
kullanma tarihi geçmiş ilaçları, hâlâ deneme aşamasında bulunan ilaçları ihraç
ettiğini göz önünde bulundurun. Beyaz Amerikalı’nın kendisiyle vatandaşlık
paydasını paylaşan ve bazen de aynı inanca ortak olan siyahîlere karşı
sergilediği ahlâkiyatına bir bakın. Evet, bu kesinlikle katıksız faydacı/
pragmatist bir ahlâktır. Çünkü Avrupalıların anlayışına göre kendileri ile
Allah arasında bir anlaşma yoktur. Onlar için menfaatten başkası yoktur.
Müslümanların gerçek Müslüman oldukları bir zamanda yaptıklarıyla
karşılaştırınca Avrupa’nın ahlâkının bir hiç olduğunu görürsün. İslâm, Müslüman
tüccarların eliyle dünyanın birçok bölgesine yayılmıştır. Mesela Endenozya’nın
tamamına İslâm’ın girmesini ve orada yayılmasını sağlayan, oraya ticaret yapmak
maksadıyla giden Hadramevtli tüccarlar olmuştur.” (Kur’ân-ı Kerim’den
Eğitici Dersler/Muhammed Kutub, Sh: 57-59, İst/2014)
Görüldüğü gibi, Batının işleri pek de bizim dinimiz gibi değildir. Avrupa
Osmanlıyı da doğurmadı. Aksine ulaştığı her ülkeyi Osmanlı düşmanlığıyla
yoğurdu. M. Âkif Ersoy, Kastamonu’da, Nasrullah Camii’nde irad
ettiği vaazının bir yerinde şöyle der: “Avrupalıların ilimleri, irfanları,
medeniyetteki, sanayideki terakkîleri inkâr olunur şey değildir. Ancak
insaniyetlerini, insanlara karşı olan muamelelerini kendilerinin maddiyattaki
bu terakkîleri ile ölçmek katiyen doğru değildir. Heriflerin ilimlerini,
fenlerini almalı. Fakat kendilerine asla inanmamalı, kapılmamalıdır.” (M. Âkif
Ersoy, Sebilürreşad, 1339, Sh: 250) Batı’ya son derece temkinli ve ölçülü
yaklaşan M. Âkif, başka bir makalesinde “Memleketimizde iki sınıf halk
görüyoruz: Ne varsa Şark’ta vardır, Garb’a doğru açılan pencereleri
kapamalıyız” diyenler. “Ne varsa Garp’ta vardır. Harîm-i âilemizi bile
Garplılara açık bulundurmalıyız” iddiasına kadar varanlar. Bana öyle geliyor
ki, ne varsa Şark’ta vardır diyenler, yalnız Garb’ı değil, Şark’ı da
bilmiyorlar, nitekim ne varsa Garp’ta vardır davasını ileri sürenler, yalnız
Şark’ı değil Garb’ı da tanımıyorlar.” (M. Akif Ersoy, 1327, Edebiyat Bahisleri,
Sırat- ı Müstakim, C: 6, no: 147. Sh: 357) diyerek ülkemizdeki Müslümanların
Şark-Garp arasında bir çıkmaza saplandıklarını nazara vermektedir. Şunu bilelim
ki; Doğu aklı, Batı da kalbi öldürdü. Biri aklın, biri de kalbin katilidir.
Katillerden kurtulmak yerine katillerle kanatlanmak, Müslümanlara kan ve
karanlık getirir. Nitekim de getirdi. İslâm coğrafyası kan ve karanlıktan bir
türlü kurtulamadı. M. Âkif Ersoy bir şiirinde de Garba sevdalanmış karanlık
nesilden şöyle haber veriyor:
“Fransız’ın nesi var? Fuhşu, bir de ilhâdı; / Kapıştı bunları “yirminci
asrın evlâdı!” Yani yirminci asırda yetişen nesil, Fransız kültürüyle kendini
zehirledi. Fransız İnkılabı kebirini örnek alan ümera ve ulema, memleketlerini
zehirlemekten öteye geçemeyen çağdaş mürteciler oldular. M. Âkif Ersoy
şikâyetçi olduğu bu mürtecilerden kurtuluşun çaresi olarak Batı’nın
edebiyatını, sanayini, sanatını ve ilmini adres gösteriyor:
“Heriflerin, hani, dünya kadar bedâyi’i var; / Ulûmu var, edebiyatı var,
sanâyi’i var. / Giden birer avuç olsun getirse memlekete; / Döner muhîtimiz
elbet muhît-i ma’rifete.” (Ersoy, Mehmet Akif, (1990): Safahat (Edisyon
kritik), haz: M Ertuğrul Düzdağ, Sh: 235), Kültür Bak. Yay., Ankara.)
Bu mısraları okuduktan sonra derim ki; Senin dinin sana yetmedi mi? Senin
memleketini, muhîtini ma’rifete dönüştürmeye dinin kâfi gelmedi mi? Batı’dan
ma’rifet ithal etmek istiyorsun. Batı’da Ma’rifet ne gezer? Batının
Arifi yok ki Ma’rifeti olsun. Rabbül âlemini tanımayana, Rabbü’l âlemine
tapmayana Arif diyebilir miyiz? Batı medeniyet “mimsiz” bir
medeniyettir ki o da “deniyyet”tir. “Deniyyet” alçaklık, aşağılık anlamına
gelmektedir. Kendi milleti dışında kalan milletlere her türlü alçaklığı,
kahpeliği ve zulmü reva gören bir anlayış Batı medeniyetinden başka bir
medeniyetin ürünü değildir. M. Akif Ersoy’un diğer şiirlerinde
öğrendiğimiz kadarıyla “medeniyyet”, müstevli, saldırgan, insaniyetsiz, zalim
Avrupa karşılığı hususi bir mana ifade etmektedir. M. Akif Ersoy’un karşı
çıktığı, eleştirdiği, “bölücü, vahşî, maskara mahlûk, sağır ruhlu, hissiz,
kundakçı, kahpe, yüzsüz, tek dişi kalmış canavar” olarak nitelediği
“medeniyet”, hiç şüphesiz Batı medeniyetidir. ‘Medeniyyet dediğin tek dişi
kalmış canavar’ mısraından dolayı M. Akif’e medeniyet düşmanı dediler. Sanki
yukarıda okuduğumuz mısralar savunma kabilinden söylenmiş mısralardır. M. Akif
Ersoy Şirk merkezli şerli bir düzende kor ve zor bir dönem yaşamıştır. Hangi
şiiri, hangi mısraı önce veya sonra söylediğini, hangi makamda, kimin yanında
ve hangi halde söylediğini tespit etmeden fetva gibi topluma, Müslümanlara
sunmak uygun değildir, vebal getirir.
Netice itibariyle Batılılaşma sevdası bize sevap kazandırmaz. Batı
karşısında eziklik kompleksine kapılmak Müslüman’ın Âmentüsüyle bağdaşmaz.
Avrupa’nın, Batı’nın hiç doğruları yok mudur? Elbette vardır. Doğru kimden
gelirse gelsin, ister Müslüman’dan ister Kâfirden gelsin kabul edilir. Ama bir
şartla kabul edilir. O da Âmentünün ölçüsüne vurularak kabul edilir. Âmentü
ölçüsü, imanımızın esaslarıdır. Müslüman olarak imanımızın esaslarını aşan ve
taşan hiçbir şey doğru olmaz. İman esaslarını ihlal ederek, dışına çıkarak
doğruyu buldum iddiasında bulunanlar, sadıklardan yani sadakat sahibi
doğrulardan sayılmazlar.
YENİAKİT - Mustafa Çelik
Durduramayacaksınız
Irak’ta Baas
rejimi vardı, Suriye’de de aynı rejim var. Esat ne kadar “Nusayri”yse
Saddam Hüseyin de o kadar “Sünni” idi.
Kıymet hükmümüzü baştan söyleyelim: Zalimin mezhebi olmaz, zalim zalimdir.
Suriye’deki rejim babadan oğula (Hafız Esat’tan Beşar Esat’a) devam eden fasılasız 12 Eylül rejimi gibiydi.
Her daim hava kurşun gibi ağırdı yani.
Irak’ın Saddam Hüseyin’ini İran İslam Devrimi devirmek istedi 8 yıl boyunca.
Yazık ki, deviremedi.
Biz de istiyoruz halkını katleden Esat devrilsin ama, tam 4 yıl geçti, devrilmedi.
Çünkü ne Saddam Saddam’dan ibarettir, ne de Esat Esat’tan.
Her ikisi de sadece vekalet savaşçılarıydı.
İran- Irak savaşı İranlı ve Iraklı yüzbinlerce insanın ölümüne ve her iki ülkenin enerjisinin mahvolmasına neden oldu.
Kıymet hükmümüzü baştan söyleyelim: Zalimin mezhebi olmaz, zalim zalimdir.
Suriye’deki rejim babadan oğula (Hafız Esat’tan Beşar Esat’a) devam eden fasılasız 12 Eylül rejimi gibiydi.
Her daim hava kurşun gibi ağırdı yani.
Irak’ın Saddam Hüseyin’ini İran İslam Devrimi devirmek istedi 8 yıl boyunca.
Yazık ki, deviremedi.
Biz de istiyoruz halkını katleden Esat devrilsin ama, tam 4 yıl geçti, devrilmedi.
Çünkü ne Saddam Saddam’dan ibarettir, ne de Esat Esat’tan.
Her ikisi de sadece vekalet savaşçılarıydı.
İran- Irak savaşı İranlı ve Iraklı yüzbinlerce insanın ölümüne ve her iki ülkenin enerjisinin mahvolmasına neden oldu.
Bu savaş
döneminde, “Hangisinin kazanması Amerika’nın çıkarına olur?” sorusuna
Kissinger’ın verdiği cevap aynen şöyleydi: “İkisinin de kaybetmesi...”
İkisi de
kaybetti.
Ve, İmam
Humeyni (kendi ifadesiyle) zehir içmek pahasına anlaşmayı kabul etti.
Şayet kabul etmeseydi, savaşması için Saddam’a vekalet verenler işi çığırından çıkartacaklardı.
Bunda da ne kadar kararlı olduklarını, Körfez’deki Amerika gemisinden fırlatılan füzeyle İran’ın 273 yolculu sivil uçağını vurarak dermeyan ettiler.
Bunda da ne kadar kararlı olduklarını, Halepçe’de 5 bin Kürt kardeşimizin kimyasal silahla katledilmesine izin vererek gösterdiler.
Anaların kucağında Halepçeli çocuklar kaskatı kesildi; Alman usulü hardal gazıyla.
Çağdaş dünyanın gıkı çıkmadı.
Şayet kabul etmeseydi, savaşması için Saddam’a vekalet verenler işi çığırından çıkartacaklardı.
Bunda da ne kadar kararlı olduklarını, Körfez’deki Amerika gemisinden fırlatılan füzeyle İran’ın 273 yolculu sivil uçağını vurarak dermeyan ettiler.
Bunda da ne kadar kararlı olduklarını, Halepçe’de 5 bin Kürt kardeşimizin kimyasal silahla katledilmesine izin vererek gösterdiler.
Anaların kucağında Halepçeli çocuklar kaskatı kesildi; Alman usulü hardal gazıyla.
Çağdaş dünyanın gıkı çıkmadı.
Birleşmiş
Milletler, Salih Mirzabeyoğlu’nun “Aydınlık Savaşcıları” adlı şiir kitabındaki
ifadesiyle, “domuzlar diktatoryası” ağzını açmadı.
Esat kimyasal silah kullandı da ne oldu? Hani kimyasal silah çağdaş dünyamızın kırmızıçizgileriydi; neden Esat devam ediyor hâlâ?
Irkçı Siyonist networkun emelleri henüz tamamıyla gerçekleşmedi de ondan.
Esat kimyasal silah kullandı da ne oldu? Hani kimyasal silah çağdaş dünyamızın kırmızıçizgileriydi; neden Esat devam ediyor hâlâ?
Irkçı Siyonist networkun emelleri henüz tamamıyla gerçekleşmedi de ondan.
Nihai hedefleri
mezhep savaşıdır.
Nihai hedef
öncesi mekanizma bir nevi akrep kıskacı gibi çalışmaya başladı: IŞİD’ten kaçan
Baas’ın kucağına düşecekti.
11 Eylül
saldırıları ardından Kissinger, “Bundan sonra çatışma Müslümanların arasında
olmalıdır...” demişti.
Sonuç
itibariyle Suriye ve Irak’ta olan biten bundan ibarettir.
Suriye’de öncelikle Türkiye’nin barışçıl girişimleri akamete uğratıldı. Sonra silahsız gösteriler korkunç katliamlarla bastırıldı.
Sonra maalesef silahlı mücadele başladı.
Suriye’de öncelikle Türkiye’nin barışçıl girişimleri akamete uğratıldı. Sonra silahsız gösteriler korkunç katliamlarla bastırıldı.
Sonra maalesef silahlı mücadele başladı.
Zaten maksat
silahlı mücadeleye geçilmesiydi.(Aynı maksatla, Mısır İhvan’ına korkunç
katliamlarla tazyik yaptılar ama İhvan katliamlara, idamlara rağmen direndi;
silahlı mücadeleye geçmedi.)
Suriye silahlı
mücadeleye sürüklenmekle kalmadı, Türkiye de sıcak çatışmanın içine çekilmek
istendi.
Sayın
Cumhurbaşkanımız Erdoğan’ın ferasetiyle tuzağa düşmedik.
Türkiye,
Suriye’nin reformlarla demokratikleşmesini arzuluyordu. Bunda da en azından
sinerji bakımında bir hayli yol alınmıştı.
Açın bakın
arşivlere, Türkiye’nin demokratik reformlarla Suriye’yi dönüştürmesinden en çok
bizdeki paralelciler, Amerikalı Neocon’lar ve İranlı mezhepçiler rahatsız oldu.
O günlerde Türkiye’nin barışçıl Suriye politikası akamete uğratılması için “BOP Eşbaşkanı” martavalını ağızlarından düşürmeyen çevreler de sanmayın ki şimdi Suriye’de gerçekten barış istiyorlar.Hayır!
O günlerde Türkiye’nin barışçıl Suriye politikası akamete uğratılması için “BOP Eşbaşkanı” martavalını ağızlarından düşürmeyen çevreler de sanmayın ki şimdi Suriye’de gerçekten barış istiyorlar.Hayır!
Gayeleri belli:
Suriye üzerinden “Yeni Türkiye”nin yürüyüşünü durdurmak…
Durduramayacaklar.
Bu Sisilerin bu
Esatların tarihin akışı içinde zerre kadar önemi yoktur. Vekalet savaşçılarının
akıbeti Saddam Hüseyin gibi zelil olmaktır.
YENİŞAFAK -
SALİH TUNA
Kurtuluşumuzun
pusulası âmentümüzdür .
Müslüman’ın âmentüsü, Müslüman’ın kurtuluş
pusulasıdır. Âmentülerini kaybetmiş Müslümanların kurtuluşu olmaz. Onların
yeniden iman etmeleri, âmentülerine kavuşmaları gerekir. Aksi halde Müslüman
sayılmazlar. Bu nedenle Müslümanlar olarak âmentümüzün kıymetini
bilmeliyiz; âmentümüzü korumak için canımızı siper etmeliyiz.
Müslüman’ın âmentüsü, Müslüman’ın imanıdır. “Âmentü”,
“İman ettim-İnandım” anlamına gelen Arapça bir fiil. İslâm ıstılahında, iman
esaslarına bağlılığın ifadesidir. İman; Allah’tan gayrisine kulluk etmeme
andıdır. Her yerde ve her zaman tuğyana isyan etmek üzere Allahû Teâla ile
yapılan kesintisiz bir sözleşmedir.
İslâm ümmetininkabuğunu kırması, fikir ve düşünce
açısından kendisini yenilemesi ve emperyalist güçlerin hegemonyasından
kurtulması için kendi âmentüsünü pusula edinmekten başka hiçbir çaresi yoktur.
İmanı hesaba katmadan ortaya atılan bütün çözüm reçeteleri sonuçsuz kalmaya
mahkûmdur. Müslümanlar olarak âmentümüze mukabil ve onun yerine geçsin diye
elimize tutuşturulan, önümüze konulan pusulalar, çözüm haritaları, ömür boyu
Allah’tan gayrisine kul ve köle olmamızı bizden isteyen dayatma
davetiyeleridir.
Müslüman olarak âmentümüz, kişiliğimizin mihveridir.
Ruhumuzun öz rehberidir. İmanı pusula edinmemiz, istikametimizi imanımızdan
almamızı bizden isteyen Rabbimizin son Peygamberidir. Süfyan İbnu Abdullah
es-Sakafî (r.a.) anlatıyor:
Dedim ki:
“-Ey Allah’ın Rasûlü, bana İslâm hakkında öyle bir
bilgi ver ki, bana yetsin ve sizden başka hiç kimseye İslâm’la ilgili bir şey
sormaya ihtiyaç bırakmasın.
Resûlüllah Efendimiz (s.a.) şu cevabı verdi:
“-‘Allah’a iman ettim’ de; ve sonra dosdoğru ol” ( Sahih-i Müslim, İman: 62, (38)
Bu hadis-i şerif bize diyor ki; kurtuluş âmentüden
yani imandan sonradır. Kurtulanlar istikamet ve istikrar sahibi olanlardır.
“Ben Müslüman’ım” diyorsan istikametini kendi âmentünden/imanından al. İman
eğri büğrü, omurgasız yamuk insanları kabul etmez. İman, sırat-ı müstakim üzere
kararlı ve istikrarlı olmayı emreder. İman ehli olanlar, iman ehlinden olanlar,
Allah’ın hükmüne ve hâkimiyetine bağlı ve bağımlı yaşayanlardır.
Tağutların yasalarından ve anayasalarından kurtulmak,
Batı adındaki Firavunun plan ve projelerini bozmak, Şeytan’ın hilelerini aşmak,
imtihanı kazanmak ve menzil-i maksuda ulaşmak için, imanı kurtuluş pusulası
edinmekten başka çare yoktur. Kendilerini âmentünün yani imanın esaslarıyla
mukayyed görmeyenler, Allah’tan başka herkese ve her şeye kul ve köle
olanlardır. Bil ve inan ki; yüreğini pek tutan, azmi kırılmayan, dizinin
dermanı çözülmeyen, gönlü savrulmayan, yola yatmayan, yolda sadakatini
kaybetmeyen Müslümanlar, âmentülerini kurtuluşun pusulası edinenlerdir.
Batılı şer şebekleri yerli mürted ve harbi
müstevlilerle birlikte Müslümanların kalplerinden imanlarını söküp atmak için
gecelerini gündüzlerine katarak hiçbir fedakârlıktan kaçınmadan çalışıyorlar.
Batılı şer şebekelerinin ve yerli taşeronları olan laikliğe iman etmiş demokrat
sağcı ve solcu harbilerin ve mürtedlerin ortak inançları şudur: “Müslümanları
imansız kılmadan rahat edemeyiz.” Küfür cephesinin bütün çalışmaları, bütün
plan ve projeleri Müslümanları imansız kılmak üzerinedir. Âmentülerinde şüpheye
düşen Müslümanların düşman karşısında direnmeleri mümkün değildir.
Âmentülerinden şüphe eden Müslümanlar, küfür cephesinin sermayesinden
sayılırlar. Eğer bugün halkı Müslüman veya halkından Müslüman olan ülkeler
Birleşmiş Milletler Teşkilatının kapısını kurtuluş kapısı edinmişlerse, Avrupa
Birliği’nin kriterlerini kurtuluş pusulası edinmişlerse, çağdaş uygarlık
seviyesini kıble haline getirmişlerse bu ülkelerin Müslüman halklarının
unuttukları ve kaybettikleri tek şey kalplerindeki imanlarıdır. Müslümanlar
imanlarını unuttukları, imanlarını kaybettikleri günden bu yana kardeş
olacaklarına birbirlerine karşı kalleş oldular. Birbirlerine tuzaklar kurdular.
Birbirlerinin kanlarını akıttılar.
Müslüman!
Senin kalbindeki iman sana Birleşmiş Milletler
Teşkilatına katıl demiyor, aksine sana Birleşmiş Müslümanlar Teşkilatını
kurmanı, arayıp bulmanı emrediyor. Senin kalbindeki iman Avrupa Birliği’ne gir
demiyor, aksine sana İslâm Birliğini kur diye emrediyor. Senin kalbindeki iman
Şeytan Amerika ve İsrail’in istihbarat teşkilatları CIA’ya, MOSSAD’a, EFBİYA’ya
istihbarat toplama demiyor, aksine onların hile ve tuzaklarını boz diye
emrediyor. Senin kalbindeki iman Çağdaş “Uygarlık Seviyesi”ni kıble haline
getirmeni emretmiyor, aksine Tevhidi kıble edinmeni sana emrediyor. Müslüman,
kendine gel. Senin biricik kurtuluş pusulan senin âmentündür. İmanın dışındaki
bütün pusulalar sana kurulmuş şer pusularıdır.
YENİAKİT - Mustafa Çelik
İman
Kardeşliği Vazifeleri
İSLAM’DA kısas ve idam cezası vardır. Bunlar kesindir,
tartışılamaz. Kur’an, “Kısasta sizin için hayat vardır” buyurmaktadır. Kısası
ve idamı kaldıran bir toplum hayatı değil, ölümü seçmiş olur.
İslam’da kadınların ve
kızların tesettüre girmesi farzdır. İki türlü tesettür vardır: Kur’an’a,
Sünnete uygun şer’î tesettür; bu iki kaynağa uygun olmayan şeytanî yalancı
sözde tesettür. Bir kadın başına bir bez bağlamakla tesettüre girmiş olmaz.
Tesettürsüzlükle veya şeytanî tesettürle bir İslam toplumunda kadın ve kızların
iffeti, namusu, haysiyeti korunamaz.
Ana lisanı Arapça olmasa da
bir İslam kavminin ve milletinin yazısı Kur’an yazısı olmalıdır.
Japonlar, Çinliler, nice kavimler ve milletler kendi zor yazılarını korurken,
bu yazılarla ilerler, kültür, eğitim, sanayi harikaları meydana getirirken,
Türkiye Müslümanlarının İslam ve Kur’an yazısına sırt çevirmeleri bir kültür
intiharı olur. Her Müslüman, bin yıldan fazla kullandığımız Osmanlıcayı
öğrenmek zorundadır.
İslam dini, Kur’an, Sünnet,
hikmet ribayı yasak ve haram kılmıştır. Riba muameleleri yapan, riba yiyen bir
İslam toplumu iflah olmaz, necat bulmaz, başı beladan kurtulmaz. Ribaya batmış
bir İslam ülkesinde sosyal adalet, huzur, istikrar sağlanamaz. Ribanın
getirdiği şeytanî kalkınmanın sonunda balon söner, büyük çöküntü olur.
Resulullah Efendimiz (Salat
ve selam olsun ona) parayı sevmezdi. “Yanımda Uhud dağı kadar altın olsa, borç
ödemek için ayıracağım bir dinardan başkasını bir gece bile alıkoymaz, hepsini
tasadduk ederdim” buyurmuşlardır. Paraya, maddeye, zenginliğe âşık olan
kimsenin Müslümanlığı yüzeydedir, iğretidir. Bir İslam toplumunda para ana
değer olur, dinden önce gelirse o toplum bin türlü rezilliğe, rüsvaylığa,
esarete ve sonunda batmaya mahkûmdur.
Müslüman, insan olmak
hasebiyle bazı günahları işleyebilir ama en az işleyeceği günah yalan
söylemektir. İslam ile yalan, Müslüman ile yalancılık bir arada olmaz. Yalandan
sonra, Müslümanın işlemeyeceği günahlar şunlardır: Haram yemek, şüpheli
gelirler elde edip onları yemek, emanetlere hıyanet etmek, ehliyeti
olmadığı halde bir işe vazifeye memuriyete makama mevkie riyasete talip olmak,
yahut kendisi talip olmasa, başkaları isteseler (matlub olsa) kabul etmek.
Hem dindarlık
taslıyor, hem de sabah namazı vaktinde leşler gibi yatıp uyuyor. Böylesi
iyi Müslüman değildir, kötü Müslüman’dır ve onunla nifakla arasında engel
kalmamıştır.
En çirkin, en iğrenç, en
rezil, en haysiyetsiz, en alçak ticaret din ve iman bezirgânlığıdır. Karı
satmak ondan sonra gelir.
Çocuklarını, oğullarını ve
kızlarını, genç nesilleri dindar, iyi Müslüman, iyi insan, iyi vatandaş olarak
yetiştirmeyen yahut yetiştiremeyen Müslüman bir toplum çökmeye, esarete,
rezalete, zillete, ezilmeye, tahkire müstahik ve mahkûmdur. Anne baba namaz
kılıyor, çocukları kılmıyor. O aile bitmiştir, batmıştır.
Bedevîlerin, ârabîlerin de
Müslüman olmaya hakları vardır ama onlar İslam’ı temsil edemez ve Ümmeti idare
edemez. Böylelerinin temsilciliği ve idaresi Ümmetin felaketi ve sonu
olur.
Boynunda zamanın İmamına
biat ve itaat bağı olmayan kimse serseri mayın gibidir ve hadiste, böylesinin
ölümü sanki cahiliyet ölümü olarak sıfatlandırılmıştır.
Mübarek Ramazan ayında
içkili, fuhuşlu, günahlı mekanlarda israflı lüks şatafatlı gösterişli debdebeli
şaşaalı iftar ziyafetleri verenlerin bu hali ve bu zihniyetiyle doğru dürüst
islamî hizmet ve faaliyet yapılamaz.
Doğru ve dürüst dosdoğru
olmak iman ettikten sonra mü’minin temel vazifesidir. Arapça ve Osmanlıcada
buna istikamet denir. Müstakim (doğru) olmayan bir Müslüman eğri ve çürüktür.
Onun ipiyle kuyuya inilmez.
Hadîste, “Allah güzeldir,
güzeli sever” buyruluyor. Müslüman güzellikler sergileyen bir insandır. İslam
toplumu güzellikler toplumudur. Evlerini, iş yerlerini, camilerini, okullarını
güzel yapamayan bir İslam toplumu eksiktir. Evi Müslümanın öncelikle malı
değil, yuvasıdır. Herkese fizikî güzellik nasip olmaz. Müslüman yaşlandıkça
güzelleşir. Onun konuşması, yazması, muamelesi, ahlakı, misafirlerine
ikramı, basit ve sade olsa da evinin eşyası ve dekorasyonu, hali ve tavrı
hep güzeldir.
Ben iyiyim diye kendi
reklâmını yapan, kendini beğenen benlikçi (hodfüruş) kimse iyi değildir.
(İkinci Yazı)
Gemiyi Batırmak
İstiyorlar
Onlarda insaf ve adalet
yoktur… Onlar gemiyi delmeye çalışan gözü dönmüş çılgınlardır… Onlar
ağlar ve göz yaşı döker ama bu ağlayışları timsah ağlayışı, gözyaşları timsah
gözyaşıdır. Onlar, gençler ve çocuklar ölünce sevinç gözyaşları döker.
Bunlar için “Ne yaparlarsa
yapsınlar, ben karışmam, ben kendi vazifemle meşgul olurum…” diyenler var ya,
gemi batarsa işte onlar da denize dökülecek perişan olacaktır.
Büyük gemi bölümlere
ayrılır… İyi bir bölümde yolculuk eden taife, geminin tamamı ile, güvenliği ile
alakadar olmazsa ileride büyük zarar ve ziyana uğrar.
Gemiyi delip batırmak
isteyenlerle, en âdil, en uygun, en münasip, en hikmetli şekilde mücadele
edilmezse felaket önlenemez.
Gemiyi batırmak
isteyenlerle mücadele etmek bir emr-i mâruf ve nehy-i münker vazifesidir.
Bu vazife ile yükümlü olanlar vazifelerini terk ve ihmal ederlerse büyük vebal
altında kalır.
Hiçbir çapulcunun, esnafın
dükkânlarının vitrinlerini kırmaya, tezgâhlarını devirmeye hakkı yoktur. Böyle
bir şey adalete, insafa, vicdana aykırıdır.
Anne ve babalar çocuklarını
yıkıcı sokak hareketlerinden, GEZİ ve MAİDAN kalkışmalarından, anarşi ve kaosa
yol açacak hareketlerden uzak tutmalıdır.
Ukrayna’da Maidan fitne ve
fesatları oldu ve sonunda ülke parçalandı.
Resulullah Efendimiz
(Salat ve selam olsun ona), “Bir toplum nasılsa öyle idare edilir”
buyurmuşlardır. İdarenin düzelmesi için toplumun ıslah edilmesi gerekir.
İstanbul’da birkaç yıl önce
bir camimizin işgal edilmesi olayı son derece vahimdir. Müslümanlar bundan
ibret alıp ibadethanelerini ve mukaddesatlarını korumazlarsa başlarına daha
vahim hadiseler gelebilir.
Bendeniz İslam’a, Kur’an’a,
Sünnete, Şeriata, ahlaka aykırı hiçbir kötülüğü desteklemiyorum ama memlekette
bazı kötülükler ve yolsuzluklar var diye geminin batırılmasını da istemem.
Bazı Müslümanların tescilli
ve azılı din düşmanlarını siyaseten desteklemesi büyük bir basiretsizlik ve
akıl kararmasıdır.
Müslümanlar, Kur’an’a
Sünnete Şeriata ahlaka hikmete uygun çareler ve çözümler aramalı ve bulmalıdır.
Müslümanlar Dimyata pirince
giderken evdeki bulgurdan olmamalıdır.
Müslümanlar yağmurdan
kaçarken doluya tutulmamalıdır.
Müslümanlar Suriye, Mısır
ve Libya’daki kardeşlerinin kötü durumuna düşüp helak olmak istemiyorsa;
en kısa zamanda tek bir Ümmet çatısı altında birleşmeli, âdil ve râşid bir
İmama biat etmeli, Ümmet işlerini ehliyetli kimselere vermelidir.
KALBİNDE sahih=doğru ve makbul=kabul edilen iman bulunan
herkes mü’mindir. Bütün mü’minler kardeştir. Bir mü’min günahkâr, hatâlı,
yanlış yapan bir kimse de olsa, onu kardeşlikten çıkartamayız, reddemeyiz,
bizim böyle bir ihraca ve tarda hakkımız yoktur.
Mü’minler hangi konularda ortaktır:
1. Onlar Allahü Teala hazretlerini Rabb olarak kabul ederler
ve Rabb olarak O’ndan razı olurlar.
2. Onlar Kur’an-ı Kerim’i kitap ve düstur olarak kabul
ederler ve kitap olarak ondan razıdırlar.
3. Onlar, İslam’ı din olarak kabul ederler ve ondan
razıdırlar.
4. Onlar Muhammed Mustafa aleyhissalatü selamı Resulullah
olarak kabul ederler ve ondan razıdırlar.
5. Onlar Şeriat olarak İslam Şeriatinden razıdırlar.
6. Onlar ümmet olarak Ümmet-i Muhammedden razıdırlar.
İnsan olmaları hasebiyle Müslümanlar günah işleyebilir, hatâ
edebilir. Onları, kendilerini İslam’dan çıkartmayan günah, kusur, hatâları
dolayısıyla kardeşlikten çıkartmaya hakkımız, yetkimiz, haddimiz yoktur.
7. Onların günahlarını beğenmeyiz. Onları kardeşçe
uyarır ve aydınlatırız ama kardeşlik hukukunu da çiğnemeyiz.
8. Mü’mini mü’min yapan iman cevheridir.
9. Mü’minleri sevmeye, onlara acımaya, onlara yardım etmeye
mecburuz.
10. Açıkta günah işleyen, hatâ eden kardeşlerimizi, Ümmetin
âlimleri ve mürşidleri en uygun bir üslupla uyarmakla yükümlüdür.
11. Kırıcı, kabaca, hoyratça, hakaretâmiz uyarı olmaz.
12. Bütün mü’minlerde şu üç şuur bulunmalıdır: Birincisi,
Ümmet birliği şuuru… İkincisi, âdil ve râşid bir İmama biat ve itaat şuuru…
Üçüncüsü, bütün mü’minlerin kardeş olduğu şuuru.
13. Bütün mü’minler tek bir Ümmet çatısı ve teşkilatı içinde
bulunmazlar, başlarındaki râşid ve âdil İmama biat ve itaat etmezler,
birbirlerini kardeş bilip sevmezlerse; onları zillet esaret yenilgi rezillik ve
rüsvaylık kucaklar, şeytan istila eder, hiçbir işleri rast gitmez. Günümüzde
böyledir. Ümmet olmayan, biat ve itaat etmeyen, paramparça, bölük pörçük bir
buçuk milyarlık İslam âlemi, dokuz milyonluk İsrail’in oyuncağı halindedir.
14. Allah’a gerçek iman Tevhid ve tenzih inancı ile olur.
Allahü Teala hazretleri kemâl sıfatlarla sıfatlıdır ve noksan sıfatlardan
münezzehtir… Allah’a hakkıyla iman edebilmek için Muhammed Mustafa’yı
(Salat ve selam olsun ona) âhir zaman Peygamberi olarak kabul etmek ve ona
iman, biat ve itaat etmek gerekir. Kelime-i Şehâdet birbirinden ayrılmaz iki
parçadan oluşan bir bütündür. İki parçası kesinlikle birbirinden ayrılamaz. Hz.
Âdem Safiyyullah’tan Efendimize gelinceye kadar bütün Peygamberlerin temel
inancı ve dini İslam’dır. Onların arasında usûl bakımından ayrılık yoktur.
Farklılık şeriatlardadır, füruattadır. Zamanımızda üç hak ibrahimî din vardır,
bunların üçünün mensupları da ehl-i necat ve ehl-i Cennettir demek küfre yol
açar. Çünkü Kur’an’da “Allah katında (hak, makbul, geçerli) din İslam’dır” buyrulmaktadır.
Muhammed Mustafa’nın risaletini, tebliğini, davetini, Kur’an’ı, İslam’ı duyup
da redd, tekzib ve inkar eden için ebedî selamet yoktur.
15. İslam’ı doğru ve iyi bilen müminlerin, iyi bilmeyen
kardeşlerine anlatmaları üzerlerine vaciptir. İnsanlara yapılabilecek en büyük
hizmet iman, Kur’an, İslam, dâvet, tebliğ ve irşad hizmetleridir. Bu hizmetleri
tâtil eden, yerine getirmeyen, insanların kurtuluşu için çalışmayan bilenler,
âlimler, Müslüman idareciler ağır bir sorumluluk ve vebal altında kalır. Bu
hizmetleri herkes doğrudan doğruya yapamaz. Planlı, programlı, teşkilatlı
şekilde yapılmalıdır. Doğrudan doğruya yapamayanlar, yapanları desteklemek,
onlara yardımcı olmak suretiyle dolaylı şekilde yapmalıdır.
16. İhlasla çalışarak, hareket ederek bir insanın hidayetine
vesile olmak, Âlemlerin rabbi Allahü Teala ile çok büyük, çok kârlı bir ticaret
yapmaktır. Herkes böyle bir ticareti doğrudan doğruya veya dolaylı şekilde
yapmaya can atmalıdır.
17. Bir insanın en büyük felaketi imansız olmasıdır. İmanı yoksa,
dünya veya kainat onun olsa ne faydası olur? Bir Müslümanın başına gelebilecek
en büyük felaket imanının kaybetmektir.
18. Müslüman o kimsedir ki, imansız yaşayan insanların veya
imanlı iken bunu kaybedenlerin haline çok üzülür, onlara acır ve elinden
geldiği kadar, iman konusunda onlara yardım etmeye çalışır.
19. İmanı olan ve ömrü ölümüne bu imanla bitişen kimse ebedî
felakete uğramaz, günah ve isyanları yüzünden adalet-i ilahiye ile Cehenneme
atılsa bile cezasını çektikten sonra Cennete konulur.
20. Bugün ülkemizde yaşayan nice kimse dıştan Müslüman
görünüyor ama imanları şüphelidir. Çünkü imana zarar verecek aykırı sözler
söylüyor, imanı giderecek çok kötü ve bozuk işler yapıyorlar. Onlara yardımcı
olmamız gerekir. Onların hepsi muannid imansız değildir. Onları kaba ve kırıcı
bir üslupla azarlamak çok yanlış olur. Onlara, anlayacakları lisan ve üslupla
hitap etmek, kendilerini kaygan uçurumun kenarından daire-i iman selameti ve
necatı içine çekmek lazımdır.
21. Şu husus da bir an bile olsun hatırımızdan çıkmasın:
Bütün insanlık Muhammed aleyhissalatü vesselamın ümmetidir. Onun risaletini
kabul edip iman edenler Ümmet-i icâbet, henüz etmeyenler Ümmet-i
dâvettir. İmanı Allah verir ama bizim davet etmemiz üzerimize vazife ve
borçtur. Bu davet ve tebliği doğru dürüst, yerli yerince, bıkmadan usanmadan,
devamlı ve tesirli şekilde ihlasla ve hikmetin ışığında yapmazsak, bizim
ihmalimiz yüzünden imansız kalacak bedbahtlar bizden davacı olacaktır.
22. İslam aleminde Ümmet birliği, râşid ve âdil halifeye biat
ve itaat, ortak dört başı mâmur bir plan ve program bulunsaydı, şu anda belli
başlı yüz lisanda, yekun tirajı yüz milyon adet olan islamî bir dergi ile
yüzlerce çeşit temel din ve kültür kitabı yayınlayan ve bunların yekun tirajı
yüz milyonlarca nüsha olan dünya çapında dev bir yayınevimiz bulunurdu. Böyle
hizmetler maalesef Ümmetsiz, İmamsız, plan ve programsız, medenî yüksek
kültürsüz yapılamıyor. Bugünkü kaos, anarşi, fetret, İslamcılıklar
Protestanlığı, cemaat ve fırka holiganlıkları ortamı içinde de yapılamayacaktır.
23. Allahü Teala bize selim akıl, vicdan, firaset, ihlas,
şuur, teşebbüs nasip etsin.
Mehmed Şevket Eygi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder