Özellikle
Türkologların bu alandaki çifte mesaileri es geçilecek gibi değildi. Türk halk
biliminin kurucularından “Topal Derviş” Armin Vambery, Macar Türkolog Janos
Repiczky gibi isimler sadece Türkoloji alanına hizmet etmediler.Popülist
yaklaşımlardan asla haz etmem. Aslında, kitabımı da baştan sona popüler
yaklaşımı sorgulayan, bize farklı bakış açıları kazandırmayı hedefleyen bir
anlayışla kaleme aldım ancak içinde bulunduğumuz dönem garip bir şekilde
asırlar öncesinin izdüşümü gibi. Kitabın zamanını manidar bulanlar olacaktır
ancak tarih sahiden tekerrürden ibaret. Algılarınızın ayarları ile oynamayı,
geçmiş kabullerinizi ve yargılarınızı sorgulatmayı hatta ezberinizi bozmayı
niyet eden bir kitap Haşhaşîlerden Jön Masonlara. Hem tarih, hem
edebiyat hem siyasi tarih meraklılarına hitap ediyor.
Pek çok “sırra
kalem basarak” okuyucuyu, Hasan Sabbah’ın Alamut Kalesi’nden, Bektaşi
tekkelerine, oradan mason mabetlerine uzanan tehlikeli bir yolculuğa
çıkarıyorum. “İslâm dünyasında kılık değiştirip gizlenmek için dervişlikten
daha uygun bir karakter yoktur. Tüm mertebelerden, yaşlardan ve inançlardan
insan derviş olabilir; mecliste gözden düşmüş bir soylu da derviş
olabilir, toprak süremeyecek kadar tembel bir köylü de” diyen Sir Richard Burton,
Karaçi’de tekris edilerek mason oluyor, Sind’de ise kadirî sufilerine
katılıp, 1851’de Mekke’ye, hacca gidiyor. Bu coğrafya öteden beri ajanların ve
gizli cemiyet mensuplarının çok rahat kamufle olup, gölge oyunu oynadıkları bir
sahnedir. 19.Yüzyıl Osmanlı aydını biyolojik evrimini tamamlasa da ruhsal
tekâmülünü tamamlayabileceği bir ortamda doğmaz. Batı’nın felsefi, siyâsî,
hatta edebî dünyasının geçmişine vakıf olamayışı, iskambilden temelsiz, taklidî
bir kule yapmasına neden olur.
Yeni Osmanlı ve Jön
Türk hareketi mensuplarından hiçbiri bu yüzden özgün bir teori ya da ideoloji
ortaya koyamamışlardır. Osmanlı’nın yaşadığı buhranlar, dünyanın o zamanki
çalkantıları düşünülürse bu gerçekle yüzleşmek daha az can yakıcı olabilir.
Mason külliyatıyla beslenen Osmanlı aydın tipi, metamorfozu tamamlayamaz; ne
kendisine ne başkasına benzer. Avrupa’dan İstanbul’un baş ağrısını geçireceğini
vehmeden, Paris’te kalıp komüncülerle savaşa katılan romantik maceracılara
dönüşmeleri bu yüzden şaşırtıcı değildir. Dönüşmek istedikleri ‘batılı aydın’
tipinin geçmişine ait birikimlerine sahip olmadıklarından, bu eksikliği ancak
yüzeysel olarak kapatabilmişlerdir.Siyasî ve edebî bir kavram olarak ‘Jean’
lüğün hakkını veren Avrupalı adaşlarından farklıdırlar. Osmanlı ‘civanları’
devrim trenine geç kalmış ‘jön’lerdir. Adları ‘yeni’ de olsa ‘genç’ de
ihtilâl için yaşlıdırlar. Bu yaşlı jönlerin istasyonlarında durup düne
bakabiliriz.
Siyasi tarihimizi ve
edebiyatımızı yeni bir anlayışla kaleme almaya gayret ettim. Yaşamadığımız
zamanı anlamak için, önce yaşadığımız zamana bakmamız gerekiyor.
Derinleşmedikçe, adeta bir simulatörden düne bakmadıkça, anlatılanlar hikâyeden
öteye geçmeyecek. Oysa tarih masal olamayacak kadar canlı ve klişeleri hiç
sevmiyor. ‘En uzun yüzyıl’ın yaşlanmış gençleriydi onlar, hırslı ama saf… Ne
kadar kahramandılar, ne kadar korkak, ne kadar birbirinin aynıydılar, ne kadar
kimseye benzemez… Kişilikleri hakkında daima ‘rivâyet muhtelif’ olacak. Yine de
dönemin şartları, ilgiler, ilişkiler, mecburiyetler ve ortam bugün sahip
olduğumuz bilgilerle yeniden gözden geçirilmeli.
Aynanın ötesindeki
yansımanın bize ne kadar benzediğini fark ettiğimizde daha objektif bir geçmiş
algısı kazanacağız. Uzak geçmişe daha sağlıklı bakabilmenin yolu, empati
durağından geçiyorsa, burada biraz durup soluklanmanın ne zararı olabilir?
MÜZEBZEBÎN
KÜLTÜRÜ
YENİAKİT / Mustafa Çelik
Müzebzebînlik itikadi bir hastalık olmakla birlikte aynı zamanda küfrü
ve kâfirliği, şirki ve müşrikliği besleyen, destekleyen bir kültürdür.
Müzebzebînlik kültürü; Allah’a, Allah’ın dinine ve Allah’ın dinini din
edinmişlere tuzak kurmak üzerine bina olunmuş bir kültürdür. Rabbimiz haber veriyor:
“Münafıklar, Allah’ı aldatmaya çalışırlar. Halbuki Allah,
onların oyunlarını başlarına geçirecektir. Onlar, namaza kalktıkları zaman
tembel tembel kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar. Allah’ı pek az anarlar
(hatırlarlar). Müzebzebîn/arada bocalayıp dururlar. Ne onların ve ne de
bunların tarafına geçerler. Allah kimi saptırırsa ona bir yol bulamazsın.”
(Nisa Sûresi/ 142- 143)
Müzebzebîn olanlar, her taraf olmaya kalkışanlardır. Her taraf
olmaya kalkışanlar bertaraf olurlar. Müzebzebîn olanlar, o tarafı mı, bu tarafı mı tercih edeceklerini bilmeyen,
tereddütlerin sallantısı içinde bocalayanlardır. Hak ve hakikat karşısında
bitaraf kalan şeytandan ve züriyetinden taraf olanlardır. Hak ile batılın karşı
karşıya olduğu bir yerde tarafsız kalmak, Müzebzebînlerden olmak için yeterli
bir sebeptir.
Müzebzebînlik kültürüyle beslenip büyüyen ferdler ve meşrebler
her dönem başka bir dinden olurlar, başka bir âmentüyü sahiplenip savunurlar.
Onlar durmadan zıplarlar. Girmedikleri din, savunmadıkları âmentü yoktur.
Müzebzebînlik kültürüyle beslenenlerin kıbleleri sabit değil, seyyardır. Hz.
Peygamber (sav) devrinde Müzebzebînler ikiyüzlü insanlardı. İslâmî literatürde
de böyle tarif edilmişlerdir. Ama günümüzde ikiyüzlüler çok katmerleştiler.
Bakınız merhum
Mehmet Âkif Ersoy Mısır inzivasından sonra yurda dönüşünde, “İkiyüzlüleri seviyorum” demişti. Kendisine, “Aman üstadım ikiyüzlü insanlar sevilir mi, onlar tehlikeli
insanlardır” dediklerinde
M Âkif şunları söyler:
“Mısır’a gittiğimde ikiyüzlü insanları bırakmıştım, geldiğimde
ikiyüzlü insanların iki yerine ikiyüz yüz daha edindiklerini gördüğüm için
ikiyüzlü insanları tercih ediyorum” demiştir.
Müslüman
kimlikle
ulusal kimliğinin çatışması
YENİAKİT / Mustafa Çelik
Müslüman olarak bizim dinimiz aynı zamanda bizim hüviyetimizdir. Bizi
dinimizin hududu dışına çıkararak, dinimizin belirlemediği çerçevelerde
yaşamaya mecbur ve mahkûm etmeye çalışanlar, bize de dinimize de ihanet
edenlerdir. Müslüman’ın mezhebi, meşrebi Müslüman’ın ana kimliği değil, alt
kimliğidir. Bu alt kimliğini ana İslam kimliğinin üzerine çıkartanlar
sapıtırlar, İslâmî dengelerini kaybederler. Müslüman bir insan ırkını, rengini,
dilini, coğrafyasını, tarikatını, mezhebini ve meşrebini dininin fevkine
çıkardığı andan itibaren Müslüman kimliğini kaybeder. Artık ona Müslüman
denilemez.
Müslüman’ın Kimliği; Millet, Ümmet, Şeriat, Sünnet ve Cemaat’ten bağımsız
asla ve kat’a düşünülemez. Müslüman’ın kimliği İslâm’dan başka hiçbir
ideolojiyi, hiçbir dini hayat sistemi edinmemek, Cemaat olmak ve Rasûlüllah
(sav)’in sünnetine bağlı kalmakla bilinir ve tanınır. Ehl-i Sünnet, Ehl-i
Cemaat olmak, Müslüman kimliğinin önüne ve üstüne hiçbir kimliği geçirmemektir.
Hevâsına tabi olan ve şahsi kanatlarını hakikat zannedip din diye takdim
edenler, Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat’ten sayılmazlar. Allah’ın ve Rasûlünün
emrettiği bir şeyi kendi arzusundan, tarikatının, meşrebinin, hocasının ve
şeyhinin şahsi kanaatinden, görüşünden ötürü terk etme
muhayyerliğini kendilerinde görenler, Müslüman kimliğini kaybedenlerdir. Allahû
Teâla buyuruyor: “Allah ve Rasûlü herhangi bir meselede hüküm
bildirdikten sonra, hiçbir erkek veya kadın müminin, o konuda kendi işlerinden
dolayı başka bir tercihte bulunma hakları yoktur. Kim Allah’a ve Rasûlüne isyan
ederse besbelli bir sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzab Sûresi/ 36)
Kimlik; ferdlerin veya toplumsal grupların “Kimsin?” sorusuna verdikleri
cevaplardır. “Kimsin?” sorusuna “el- Hamdulillah Müslüman’ım” demek, Müslüman
kimliğine sahip olmanın bir gereğidir. Müslümanları gayr-i İslâmî hükümlerle
idare olunmaya ve Batılılaşma sevdasına kapılmış kadroların idareciliğine razı
etmeye çalışanlar, Ulusal Kimlik sahipleridir. Şunu bilelim ki; Batı tarafından
eğitilmiş ve yetiştirilmiş kadroların eliyle İslâm coğrafyasının idare
edilmesi, Kıyamet şiddetinde bir tehlikedir.
Ulusal Kimlik, “Mü’minler ancak kardeştir” hakikatine
alternatif olarak ortaya konan ve Müslümanlar için deli gömleğinden farksız
olan bir kimliktir. Kur’ân-ı Kerim ve Mütevatir sünnette yer alan
hukukî, ictimaî, siyasî, adlî, idarî ve ahlâkî hükümleri dikkate aldığımız zaman;
İslâm dininin, Fransa’dan ithal edilen lâiklik felsefesine göre yorumlanması,
kul kaynaklı yasalara ve anayasalara tahkim ettirilmesi, tamamen bir mürtedlik
alâmetidir.
Ulusal Kimlik; Şeriatullah’a dayalı bir ümmet toplumundan çağdaş bir ulusun
ortaya çıkmasını hedefleyenlerin dayatmasıdır. Türkiye’de “Ulusal
Kimliği” Atatürk’e nispet ederek Ulusal Kimliği tartışmayı dokunulmaz hale
getirenlerin Atatürk’e sadakatlerinden bahsedilemez.
“Türkiye’de tartışılan Atatürk’ün şahsı değil, onun adına sistemleştirilen
dünya görüşüdür. Bu dünya görüşünü savunan kimseler; aydınlanma felsefesi ve
modernizm adına, İslâm Şeriatı’nı mahkûm etmeye ve Müslümanları ikinci sınıf
vatandaş (parya) görmeye alışmışlardır.” (Türkiye’nin Siyasî ve İktisadî
Manzarası/Hüsnü Aktaş, Sh: 118, Ankara/ 2010)
İslâm topraklarında Müslüman Kimliği yerine dayatılan Ulusal Kimlikler,
ayrılık şarkılarıdır. Ulusal Kimlikler, Müslümanlara tek ümmet olduklarını
unutturmak içindir. Müslümanları Ulusal Kimliklerden bir kimlik edinmeye mecbur
ve mahkûm edenler, Batılı şer odaklarıdır. Mesela “Türkçülük Kimliği”, Rus
siyasetine karşı Batı’nın geliştirdiği bir Osmanlı siyasetidir ve bir Yahudi
hareketi olarak başlamıştır. Türkiye’de Türkçülük Kimliğine rakip olarak icad
edilen Kürtçülük Kimliği’nin arkasında da Yahudiler vardır. Çünkü dünyada ulus
devletçikler, Yahudilerin ekmek kapılarıdır!
Türkiye’de Kürtçülüğün esaslarını da, Türkçülüğün esaslarını da ilk yazan
kimse, Ziya Gökalp’tir. Kendisine “Gökalp” soyadını veren, Tenkinalp müstearını
kullanan Moiz Kohen olmuştur. (Haşhaşîlerden Jön Masonlara (Nalân Yıldız Özgül,
Sh: 481, İst/ 2014) Avrupa’nın seküler düşüncesinin etkisiyle Osmanlı-İslâm
kimliğinden Türk ulusçuluğu kimliğine geçildiği görülür. Yeni Osmanlıların
yerini, kendilerine Jön Türkler demeyi tercih eden bir grup aydın aldı.
İslâm’ın Türk toplumundaki rolünü ulusal kimliğin altında görmek isteyen
Gökalp, Emile Durkheim’in (1858-1917) dinin toplum içindeki işlevine ilişkin
teorilerini izledi. Mamafih ulusçu Türkler bu teorilerin pratikte işlemediğini
gördüler ve bu okulun öğretilerini terk ederek, Türkiye’nin laik bir devlet
olduğunu ilân ettiler. Ziya Gökalp’in düşüncelerinin Türk toplumu üzerinde ne
kadar etkili olduğunu kestirmek zor; fakat pek çok aydının ve Jön Türk’ün bu
düşüncelere bağlı olduğu kesin. Halk açısındansa bu düşünceler, bir tarihçinin
de belirttiği gibi fikrî bir ütopya idi. Türkiye asıl kimlik kriziyle,
kendisinin laik bir cumhuriyet olduğunu ilân ettiği vakit karşılaştı. Ulusal
Kimlik; Pozitivist ve Faydacı bir dünya görüşüne sahiptir. Onun için
belirleyici olan din ve ümmet değil, ırk ve dildir, coğrafya ve topraktır.
Ulusal Kimlik, Kavmiyetçilik/Milliyetçilik uğruna yasal yalanlarla Allah’ın
dinini kamusal alandan mahkûm edip, hayatın taşrasında tutma çabasıdır.
Müslümanları imanlarından sonra küfre ve kâfirliğe döndürmeye çalışan
Batı, varlığını düşman edinmek üzerine bina etmiş bir kötülükler yumağıdır.
Batının Vatikan önderliğinde yola çıkan Yahudi-Hıristiyan orduları, tarih
boyunca giremediği kaleleri zapt etmek, ülkeleri ele geçirmek, maddi manevi
yeni talan haritaları çizmek için bir dünya işgaline çıkmış durumdadırlar.
Dinler arası diyaloglar, derin ittifaklar, gizli kardinaller ve içerden teslim
alma çökertme operasyonları ile hedef Asya, hedef Ortadoğu, hedef Türkiye
coğrafyasıdır. Hedef Türkiye coğrafyası çünkü Kardinal Newman’ın ta 19.
yüzyıldan seslendirdiği gibi yeni haçlı seferinin kilit ülkesi Türkiye’dir.
Türkiyeli Müslümanlar teslim alınmadan, Hıristiyanlaştırılmadan,
Yahudileştirilmeden batının dünyayı işgal ve talan planları
gerçekleşemez. Batı, İslâm düşmanlığı üzerinden kendi iç bütünlüğünü
sağlama gayreti içerisindedir. Batı’nın hedefinde İslâm’ı, Müslümanları
ve Müslümanların âmentülerini ortadan kaldırmak vardır.
Biz Müslümanlarla Gayr-i Müslimlerin asla ve kat’a âmentü
beraberliği, ortaklığı yoktur. Müslümanların Âmentüsü saf ve berraktır. Müslümanlarla Gayr-i Müslimlerin âmentü ortaklığının var
olduğunu iddia edenler, canımızda, malımızda, toprağımızda gözü olan Gayr-i
Müslimlerin finanse
ettikleri aramızda dolaşan Batının Şer Şebekelerine bağlı çalışan Şer
güçleridir.
İslâm dinin temeli âmentüdür. Müslümanların âmentüsü tevhid esasına dayanır. Hıristiyanların
âmentüsü ise teslis esasına dayanır. Bu gerçeği kulak ardı eden Yahudiler ve
Hıristiyanlarla İslâm arasındaki farkın teferruatta olduğunu, âmentüde bir
olduğumuzu zanneden eden bazı akide yetimleri şunu iddia ediyorlar: “İyice bakıldığında görülecektir ki ehl-i kitapla temel
noktalarda birlikteyiz. Daha meşhur ifadesi ile Hıristiyan ve Yahudilerle
âmentüde ittifakımız var. Garip olan şudur ki ittifak ettiğimiz âmentüyü öne
geçirmeyip de ihtilaf ettiğimiz teferruatı ileri sürüp, mutlak küfre karşı
dayanışmamıza engel olarak görüyoruz. Hâlbuki temelde ittifak varken, teferruattaki
ihtilaflara takılıp kalmak makul değildir” Bu iddiayı ileri sürenler, İslâm’a
ve Müslümanlara en büyük hakareti yapmakla birlikte en büyük iftirada da
bulunuyorlar.
Genelde İslâm coğrafyasında özelde ise ülkemizde Yahudilerin ve
Hıristiyanların taşeronluğunu yapanlar böyle iftiralarla Mü’minlerin imanlarını
çalmaya, çarpıtmaya çalışıyorlar. Tehlike çok büyüktür. İman hırsızları mal
hırsızlarına benzemez. Malınızı çalanlar sizi bu dünyada perişan ederler. Ama
imanınızı çalışanlar sizi bu hem dünyada ve hem de ahirette hüsrana, zarara ve
ziyana uğratırlar. Bakınız Yahudi ve Hıristiyanların inandıkları Allah ile biz
Müslümanların inandığı Allah aynı değildir. Rabbimiz haber veriyor:
“Ve Yahudiler: “Üzeyir Allah’ın oğludur.” dediler ve
Nasraniler/Hıristiyanlar: “Mesih/İsa Allah’ın oğludur” dediler. Onların
ağızlarıyla söylediği bu sözler, daha önce inkâr eden kimselerin sözlerine
benziyor. Allah onları öldürsün. Nasıl da döndürülüyorlar.” (Tevbe Sûresi/ 30)
Görüldüğü gibi, Hıristiyan ve Yahudiler Allah’a inanıyorlar. Ama
nasıl inanıyorlar? O’nun çocuğu olduğunu kabul ediyorlar. İslâm’da ise bu
şirktir. İhlas suresi açık ve nettir. Şirk’in Allah’ın affetmeyeceği bir günah
olduğu Kur’ân ayetiyle sabittir.. Ayrıca onlar bizim Peygamberimizi kabul
etmiyorlar, Kitabımızı kabul etmiyorlar ama biz onları cennete sokabilmek için
kırk takla atıyoruz. Bu bir imansızlık alâmeti değil mi? Peygamber Efendimiz
Hz. Muhammed (sav) geldikten sonra Yahudi ve Hıristiyanların Peygamber Efendimize inanıp tabi olmadan Cennete girebileceklerini iddia etmek, Hz. Peygamberin Peygamberliğini inkâr etmekle
eşdeğerdir. Bir Müslüman’ın “ehli kitabla (Yahudi ve Hıristiynlarla) âmentüde ittifakımız var’’ demesi için ya mecnun/deli olması ya
da İslâm’dan çıkmış olması gerekir. Çünkü 1400 küsur yıllık Müslümanların
tarihinde birçok hezeyanlar görülmüş olmakla beraber, böyle bir hezeyan hiç
görülmemiştir.
Modernistlerden, Oryantalistlerden ithal edilmiş tereddütlerle,
münazara ve münakaşalarla taammüden/kasten Müslümanları meşgul ettirenler, Müslümanlardan
sayılmazlar. Çünkü bunlar da Müslümanları âmentüde Yahudi ve Hıristiyanlarla
ortak kılmaya çalışıyorlar. Müslümanların imanlarıyla uğraşanlar, Müslümanların Hz. Peygambere, Hz. Peygamberin hadislerine karşı
olan itimatlarını paramparça hale getirenler, Mezhep imamlarına, Buharîlere,
Müslimlere karşı zanla, şüpheyle bakmalarını sağlamaya çalışanlar, âmentüde
Yahudi ve Hıristiyanlarla ittifak edenlerdir. Bunlar, Müslümanların
âmentüleriyle alay edenlerdir, Müslümanların âmentüleriyle oynayanlardır. Şunu
bilelim ki; Müslümanlarla Gayr-i Müslimler arasında âmentü ortaklığı yokturlar.
Müslümanlar sadece Müslümanlarla âmentüde ittifak ederler. Müslümanlarla
âmentüde ittifak etmeyenler de Müslüman sayılmazlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder