25 Mart 2015 Çarşamba

HAŞHAŞİLERDEN JÖN MASONLARA : Bu çok eski bir hikâyeydi, dünü anlamak için dünden önceki günlere gitmek, her gidilen yerden bir kayıp parça getirmek gerekiyordu. Gizli örgütlerin en eski biçimlerinden, Haşhaşilerden, Jön Masonlara, Nizârîlerden İhvân-ı Sâfa’ya, Fütüvvet teşkilâtından, tarîkatlere, oradan gizli cemiyetlere uzanırken adım başı misyoner faaliyetlerine rastlamak mümkün.

Sözde açık kapıların arkasında, kapalı ve karanlık işler çeviren ‘misyonu gizli’ cemiyetlerin hesapları ise çok daha karmaşıktı. Yargılama değil, yüzleşmeydi; muhasebe değil musâhabeydi arzu ettiğim... Tarihin karanlık dehlizlerine hapsedilmiş yol hikâyelerinin anlatılması gerekiyordu. Düne kadar orada olduklarından bile emin olmadığımız gizli kapıları bugün yeni bilgiler ışığında sonuna kadar aralamanın ve arkalarına bakmanın zamanı geldi. Hadi, şu yasak odaları açalım artık. Kapı arkalarında saklanan sahte dervişleri rahatsız etmenin tam sırası…Edebiyat tarihimizin, siyasi tarihimizin şekillenmesinde gizli cemiyetler ve cemaatler etkin rol almışlardır.Müslüman derviş kılığında, kâh âlim kâh hekim gibi görünerek, kendilerini “Şeyh/ Mirza/ Hoca/ Hacı Abdullah” gibi isimlerle tanıtan, Şark casusları Arabistanlı Lawrence’lar, kaleyi içten fethetmenin tüyolarını memleketlerine ileten, sözde oryantalist seyyahlardı.

Özellikle Türkologların bu alandaki çifte mesaileri es geçilecek gibi değildi. Türk halk biliminin kurucularından “Topal Derviş” Armin Vambery, Macar Türkolog Janos Repiczky gibi isimler sadece Türkoloji alanına hizmet etmediler.Popülist yaklaşımlardan asla haz etmem. Aslında, kitabımı da baştan sona popüler yaklaşımı sorgulayan, bize farklı bakış açıları kazandırmayı hedefleyen bir anlayışla kaleme aldım ancak içinde bulunduğumuz dönem garip bir şekilde asırlar öncesinin izdüşümü gibi. Kitabın zamanını manidar bulanlar olacaktır ancak tarih sahiden tekerrürden ibaret. Algılarınızın ayarları ile oynamayı, geçmiş kabullerinizi ve yargılarınızı sorgulatmayı hatta ezberinizi bozmayı niyet eden bir kitap Haşhaşîlerden Jön Masonlara. Hem tarih, hem edebiyat hem siyasi tarih meraklılarına hitap ediyor. 

 Pek çok “sırra kalem basarak” okuyucuyu, Hasan Sabbah’ın Alamut Kalesi’nden,  Bektaşi tekkelerine, oradan mason mabetlerine uzanan tehlikeli bir yolculuğa çıkarıyorum. “İslâm dünyasında kılık değiştirip gizlenmek için dervişlikten daha uygun bir karakter yoktur. Tüm mertebelerden, yaşlardan ve inançlardan insan derviş olabilir;  mecliste gözden düşmüş bir soylu da derviş olabilir, toprak süremeyecek kadar tembel bir köylü de” diyen Sir Richard Burton,  Karaçi’de tekris edilerek mason oluyor, Sind’de ise kadirî sufilerine katılıp, 1851’de Mekke’ye, hacca gidiyor. Bu coğrafya öteden beri ajanların ve gizli cemiyet mensuplarının çok rahat kamufle olup, gölge oyunu oynadıkları bir sahnedir. 19.Yüzyıl Osmanlı aydını biyolojik evrimini tamamlasa da ruhsal tekâmülünü tamamlayabileceği bir ortamda doğmaz. Batı’nın felsefi, siyâsî, hatta edebî dünyasının geçmişine vakıf olamayışı, iskambilden temelsiz, taklidî bir kule yapmasına neden olur.

Yeni Osmanlı ve Jön Türk hareketi mensuplarından hiçbiri bu yüzden özgün bir teori ya da ideoloji ortaya koyamamışlardır. Osmanlı’nın yaşadığı buhranlar, dünyanın o zamanki çalkantıları düşünülürse bu gerçekle yüzleşmek daha az can yakıcı olabilir. Mason külliyatıyla beslenen Osmanlı aydın tipi, metamorfozu tamamlayamaz; ne kendisine ne başkasına benzer. Avrupa’dan İstanbul’un baş ağrısını geçireceğini vehmeden, Paris’te kalıp komüncülerle savaşa katılan romantik maceracılara dönüşmeleri bu yüzden şaşırtıcı değildir. Dönüşmek istedikleri ‘batılı aydın’ tipinin geçmişine ait birikimlerine sahip olmadıklarından, bu eksikliği ancak yüzeysel olarak kapatabilmişlerdir.Siyasî ve edebî bir kavram olarak ‘Jean’ lüğün hakkını veren Avrupalı adaşlarından farklıdırlar. Osmanlı ‘civanları’ devrim trenine geç kalmış ‘jön’lerdir. Adları ‘yeni’ de olsa ‘genç’ de ihtilâl için yaşlıdırlar. Bu yaşlı jönlerin istasyonlarında durup düne bakabiliriz.

Siyasi tarihimizi ve edebiyatımızı yeni bir anlayışla kaleme almaya gayret ettim. Yaşamadığımız zamanı anlamak için, önce yaşadığımız zamana bakmamız gerekiyor. Derinleşmedikçe, adeta bir simulatörden düne bakmadıkça, anlatılanlar hikâyeden öteye geçmeyecek. Oysa tarih masal olamayacak kadar canlı ve klişeleri hiç sevmiyor. ‘En uzun yüzyıl’ın yaşlanmış gençleriydi onlar, hırslı ama saf… Ne kadar kahramandılar, ne kadar korkak, ne kadar birbirinin aynıydılar, ne kadar kimseye benzemez… Kişilikleri hakkında daima ‘rivâyet muhtelif’ olacak. Yine de dönemin şartları, ilgiler, ilişkiler, mecburiyetler ve ortam bugün sahip olduğumuz bilgilerle yeniden gözden geçirilmeli.

Aynanın ötesindeki yansımanın bize ne kadar benzediğini fark ettiğimizde daha objektif bir geçmiş algısı kazanacağız. Uzak geçmişe daha sağlıklı bakabilmenin yolu, empati durağından geçiyorsa, burada biraz durup soluklanmanın ne zararı olabilir?


MÜZEBZEBÎN KÜLTÜRÜ
 YENİAKİT / Mustafa Çelik
Müzebzebînlik itikadi bir hastalık olmakla birlikte aynı zamanda küfrü ve kâfirliği, şirki ve müşrikliği besleyen, destekleyen bir kültürdür. Müzebzebînlik kültürü; Allah’a, Allah’ın dinine ve Allah’ın dinini din edinmişlere tuzak kurmak üzerine bina olunmuş bir kültürdür. Rabbimiz haber veriyor:
“Münafıklar, Allah’ı aldatmaya çalışırlar. Halbuki Allah, onların oyunlarını başlarına geçirecektir. Onlar, namaza kalktıkları zaman tembel tembel kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar. Allah’ı pek az anarlar (hatırlarlar). Müzebzebîn/arada bocalayıp dururlar. Ne onların ve ne de bunların tarafına geçerler. Allah kimi saptırırsa ona bir yol bulamazsın.” (Nisa Sûresi/ 142- 143)
Müzebzebîn olanlar, her taraf olmaya kalkışanlardır. Her taraf olmaya kalkışanlar bertaraf olurlar. Müzebzebîn olanlar, o tarafı mı, bu tarafı mı tercih edeceklerini bilmeyen, tereddütlerin sallantısı içinde bocalayanlardır. Hak ve hakikat karşısında bitaraf kalan şeytandan ve züriyetinden taraf olanlardır. Hak ile batılın karşı karşıya olduğu bir yerde tarafsız kalmak, Müzebzebînlerden olmak için yeterli bir sebeptir.
Müzebzebînlik kültürüyle beslenip büyüyen ferdler ve meşrebler her dönem başka bir dinden olurlar, başka bir âmentüyü sahiplenip savunurlar. Onlar durmadan zıplarlar. Girmedikleri din, savunmadıkları âmentü yoktur. Müzebzebînlik kültürüyle beslenenlerin kıbleleri sabit değil, seyyardır. Hz. Peygamber (sav) devrinde Müzebzebînler ikiyüzlü insanlardı. İslâmî literatürde de böyle tarif edilmişlerdir. Ama günümüzde ikiyüzlüler çok katmerleştiler. Bakınız merhum Mehmet Âkif Ersoy Mısır inzivasından sonra yurda dönüşünde, “İkiyüzlüleri seviyorum” demişti. Kendisine, “Aman üstadım ikiyüzlü insanlar sevilir mi, onlar tehlikeli insanlardır” dediklerinde M Âkif şunları söyler:
“Mısır’a gittiğimde ikiyüzlü insanları bırakmıştım, geldiğimde ikiyüzlü insanların iki yerine ikiyüz yüz daha edindiklerini gördüğüm için ikiyüzlü insanları tercih ediyorum” demiştir.




Müslüman kimlikle 

ulusal kimliğinin çatışması

YENİAKİT / Mustafa Çelik
Müslüman olarak bizim dinimiz aynı zamanda bizim hüviyetimizdir. Bizi dinimizin hududu dışına çıkararak, dinimizin belirlemediği çerçevelerde yaşamaya mecbur ve mahkûm etmeye çalışanlar, bize de dinimize de ihanet edenlerdir. Müslüman’ın mezhebi, meşrebi Müslüman’ın ana kimliği değil, alt kimliğidir. Bu alt kimliğini ana İslam kimliğinin üzerine çıkartanlar sapıtırlar, İslâmî dengelerini kaybederler. Müslüman bir insan ırkını, rengini, dilini, coğrafyasını, tarikatını, mezhebini ve meşrebini dininin fevkine çıkardığı andan itibaren Müslüman kimliğini kaybeder. Artık ona Müslüman denilemez.
Müslüman’ın Kimliği; Millet, Ümmet, Şeriat, Sünnet ve Cemaat’ten bağımsız asla ve kat’a düşünülemez. Müslüman’ın kimliği İslâm’dan başka hiçbir ideolojiyi, hiçbir dini hayat sistemi edinmemek, Cemaat olmak ve Rasûlüllah (sav)’in sünnetine bağlı kalmakla bilinir ve tanınır. Ehl-i Sünnet, Ehl-i Cemaat olmak, Müslüman kimliğinin önüne ve üstüne hiçbir kimliği geçirmemektir. Hevâsına tabi olan ve şahsi kanatlarını hakikat zannedip din diye takdim edenler, Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat’ten sayılmazlar. Allah’ın ve Rasûlünün emrettiği bir şeyi kendi arzusundan, tarikatının, meşrebinin, hocasının ve şeyhinin  şahsi kanaatinden, görüşünden ötürü terk etme muhayyerliğini kendilerinde görenler, Müslüman kimliğini kaybedenlerdir. Allahû Teâla buyuruyor: “Allah ve Rasûlü herhangi bir meselede hüküm bildirdikten sonra, hiçbir erkek veya kadın müminin, o konuda kendi işlerinden dolayı başka bir tercihte bulunma hakları yoktur. Kim Allah’a ve Rasûlüne isyan ederse besbelli bir sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzab Sûresi/ 36)
Kimlik; ferdlerin veya toplumsal grupların “Kimsin?” sorusuna verdikleri cevaplardır. “Kimsin?” sorusuna “el- Hamdulillah Müslüman’ım” demek, Müslüman kimliğine sahip olmanın bir gereğidir. Müslümanları gayr-i İslâmî hükümlerle idare olunmaya ve Batılılaşma sevdasına kapılmış kadroların idareciliğine razı etmeye çalışanlar, Ulusal Kimlik sahipleridir. Şunu bilelim ki; Batı tarafından eğitilmiş ve yetiştirilmiş kadroların eliyle İslâm coğrafyasının idare edilmesi, Kıyamet şiddetinde bir tehlikedir. 


Ulusal Kimlik, “Mü’minler ancak kardeştir”  hakikatine alternatif olarak ortaya konan ve Müslümanlar için deli gömleğinden farksız olan bir kimliktir. Kur’ân-ı Kerim  ve Mütevatir sünnette yer alan hukukî, ictimaî, siyasî, adlî, idarî ve ahlâkî hükümleri dikkate aldığımız zaman; İslâm dininin, Fransa’dan ithal edilen lâiklik felsefesine göre yorumlanması, kul kaynaklı yasalara ve anayasalara tahkim ettirilmesi, tamamen bir mürtedlik alâmetidir.
Ulusal Kimlik; Şeriatullah’a dayalı bir ümmet toplumundan çağdaş bir ulusun ortaya çıkmasını hedefleyenlerin dayatmasıdır. Türkiye’de  “Ulusal Kimliği” Atatürk’e nispet ederek Ulusal Kimliği tartışmayı dokunulmaz hale getirenlerin Atatürk’e sadakatlerinden bahsedilemez.
“Türkiye’de tartışılan Atatürk’ün şahsı değil, onun adına sistemleştirilen dünya görüşüdür. Bu dünya görüşünü savunan kimseler; aydınlanma felsefesi ve modernizm adına, İslâm Şeriatı’nı mahkûm etmeye ve Müslümanları ikinci sınıf vatandaş (parya) görmeye alışmışlardır.” (Türkiye’nin Siyasî ve İktisadî Manzarası/Hüsnü Aktaş, Sh: 118, Ankara/ 2010)
İslâm topraklarında Müslüman Kimliği yerine dayatılan Ulusal Kimlikler, ayrılık şarkılarıdır. Ulusal Kimlikler, Müslümanlara tek ümmet olduklarını unutturmak içindir. Müslümanları Ulusal Kimliklerden bir kimlik edinmeye mecbur ve mahkûm edenler, Batılı şer odaklarıdır. Mesela “Türkçülük Kimliği”, Rus siyasetine karşı Batı’nın geliştirdiği bir Osmanlı siyasetidir ve bir Yahudi hareketi olarak başlamıştır. Türkiye’de Türkçülük Kimliğine rakip olarak icad edilen Kürtçülük Kimliği’nin arkasında da Yahudiler vardır. Çünkü dünyada ulus devletçikler, Yahudilerin ekmek kapılarıdır!
Türkiye’de Kürtçülüğün esaslarını da, Türkçülüğün esaslarını da ilk yazan kimse, Ziya Gökalp’tir. Kendisine “Gökalp” soyadını veren, Tenkinalp müstearını kullanan Moiz Kohen olmuştur. (Haşhaşîlerden Jön Masonlara (Nalân Yıldız Özgül, Sh: 481, İst/ 2014) Avrupa’nın seküler düşüncesinin etkisiyle Osmanlı-İslâm kimliğinden Türk ulusçuluğu kimliğine geçildiği görülür. Yeni Osmanlıların yerini, kendilerine Jön Türkler demeyi tercih eden bir grup aydın aldı. İslâm’ın Türk toplumundaki rolünü ulusal kimliğin altında görmek isteyen Gökalp, Emile Durkheim’in (1858-1917) dinin toplum içindeki işlevine ilişkin teorilerini izledi. Mamafih ulusçu Türkler bu teorilerin pratikte işlemediğini gördüler ve bu okulun öğretilerini terk ederek, Türkiye’nin laik bir devlet olduğunu ilân ettiler. Ziya Gökalp’in düşüncelerinin Türk toplumu üzerinde ne kadar etkili olduğunu kestirmek zor; fakat pek çok aydının ve Jön Türk’ün bu düşüncelere bağlı olduğu kesin. Halk açısındansa bu düşünceler, bir tarihçinin de belirttiği gibi fikrî bir ütopya idi. Türkiye asıl kimlik kriziyle, kendisinin laik bir cumhuriyet olduğunu ilân ettiği vakit karşılaştı.  Ulusal Kimlik; Pozitivist ve Faydacı bir dünya görüşüne sahiptir. Onun için belirleyici olan din ve ümmet değil, ırk ve dildir, coğrafya ve topraktır. Ulusal Kimlik, Kavmiyetçilik/Milliyetçilik uğruna yasal yalanlarla Allah’ın dinini kamusal alandan mahkûm edip, hayatın taşrasında tutma çabasıdır. 


Müslümanları imanlarından sonra küfre ve kâfirliğe döndürmeye çalışan Batı, varlığını düşman edinmek üzerine bina etmiş bir kötülükler yumağıdır. Batının Vatikan önderliğinde yola çıkan Yahudi-Hıristiyan orduları, tarih boyunca giremediği kaleleri zapt etmek, ülkeleri ele geçirmek, maddi manevi yeni talan haritaları çizmek için bir dünya işgaline çıkmış durumdadırlar. Dinler arası diyaloglar, derin ittifaklar, gizli kardinaller ve içerden teslim alma çökertme operasyonları ile hedef Asya, hedef Ortadoğu, hedef Türkiye coğrafyasıdır. Hedef Türkiye coğrafyası çünkü Kardinal Newman’ın ta 19. yüzyıldan seslendirdiği gibi yeni haçlı seferinin kilit ülkesi Türkiye’dir. Türkiyeli Müslümanlar teslim alınmadan, Hıristiyanlaştırılmadan, Yahudileştirilmeden batının dünyayı işgal ve talan planları gerçekleşemez.  Batı, İslâm düşmanlığı üzerinden kendi iç bütünlüğünü sağlama gayreti içerisindedir.  Batı’nın hedefinde İslâm’ı, Müslümanları ve Müslümanların âmentülerini ortadan kaldırmak vardır.
Biz Müslümanlarla Gayr-i Müslimlerin asla ve kat’a âmentü beraberliği, ortaklığı yoktur. Müslümanların Âmentüsü saf ve berraktır. Müslümanlarla Gayr-i Müslimlerin âmentü ortaklığının var olduğunu iddia edenler, canımızda, malımızda, toprağımızda gözü olan Gayr-i Müslimlerin  finanse ettikleri aramızda dolaşan Batının Şer Şebekelerine bağlı çalışan Şer güçleridir.
İslâm dinin temeli âmentüdür.  Müslümanların âmentüsü tevhid esasına dayanır. Hıristiyanların âmentüsü ise teslis esasına dayanır. Bu gerçeği kulak ardı eden Yahudiler ve Hıristiyanlarla İslâm arasındaki farkın teferruatta olduğunu, âmentüde bir olduğumuzu zanneden eden bazı akide yetimleri şunu iddia ediyorlar:  “İyice bakıldığında görülecektir ki ehl-i kitapla temel noktalarda birlikteyiz. Daha meşhur ifadesi ile Hıristiyan ve Yahudilerle âmentüde ittifakımız var. Garip olan şudur ki ittifak ettiğimiz âmentüyü öne geçirmeyip de ihtilaf ettiğimiz teferruatı ileri sürüp, mutlak küfre karşı dayanışmamıza engel olarak görüyoruz. Hâlbuki temelde ittifak varken, teferruattaki ihtilaflara takılıp kalmak makul değildir” Bu iddiayı ileri sürenler, İslâm’a ve Müslümanlara en büyük hakareti yapmakla birlikte en büyük iftirada da bulunuyorlar.
Genelde İslâm coğrafyasında özelde ise ülkemizde Yahudilerin ve Hıristiyanların taşeronluğunu yapanlar böyle iftiralarla Mü’minlerin imanlarını çalmaya, çarpıtmaya çalışıyorlar. Tehlike çok büyüktür. İman hırsızları mal hırsızlarına benzemez. Malınızı çalanlar sizi bu dünyada perişan ederler. Ama imanınızı çalışanlar sizi bu hem dünyada ve hem de ahirette hüsrana, zarara ve ziyana uğratırlar. Bakınız Yahudi ve Hıristiyanların inandıkları Allah ile biz Müslümanların inandığı Allah aynı değildir. Rabbimiz haber veriyor: 
“Ve Yahudiler: “Üzeyir Allah’ın oğludur.” dediler ve Nasraniler/Hıristiyanlar: “Mesih/İsa Allah’ın oğludur” dediler. Onların ağızlarıyla söylediği bu sözler, daha önce inkâr eden kimselerin sözlerine benziyor. Allah onları öldürsün. Nasıl da döndürülüyorlar.” (Tevbe Sûresi/ 30)
Görüldüğü gibi, Hıristiyan ve Yahudiler Allah’a inanıyorlar. Ama nasıl inanıyorlar? O’nun çocuğu olduğunu kabul ediyorlar. İslâm’da ise bu şirktir. İhlas suresi açık ve nettir. Şirk’in Allah’ın affetmeyeceği bir günah olduğu Kur’ân ayetiyle sabittir.. Ayrıca onlar bizim Peygamberimizi kabul etmiyorlar, Kitabımızı kabul etmiyorlar ama biz onları cennete sokabilmek için kırk takla atıyoruz. Bu bir imansızlık alâmeti değil mi? Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (sav) geldikten sonra Yahudi ve Hıristiyanların Peygamber Efendimize inanıp tabi olmadan Cennete girebileceklerini iddia etmek, Hz. Peygamberin Peygamberliğini inkâr etmekle eşdeğerdir. Bir Müslüman’ın “ehli kitabla (Yahudi ve Hıristiynlarla)  âmentüde ittifakımız var’’ demesi için ya mecnun/deli olması ya da İslâm’dan çıkmış olması gerekir. Çünkü 1400 küsur yıllık Müslümanların tarihinde birçok hezeyanlar görülmüş olmakla beraber, böyle bir hezeyan hiç görülmemiştir.
Modernistlerden, Oryantalistlerden ithal edilmiş tereddütlerle, münazara ve münakaşalarla taammüden/kasten Müslümanları meşgul ettirenler, Müslümanlardan sayılmazlar. Çünkü bunlar da Müslümanları âmentüde Yahudi ve Hıristiyanlarla ortak kılmaya çalışıyorlar. Müslümanların imanlarıyla uğraşanlar,  Müslümanların Hz. Peygambere, Hz. Peygamberin hadislerine karşı olan itimatlarını paramparça hale getirenler, Mezhep imamlarına, Buharîlere, Müslimlere karşı zanla, şüpheyle bakmalarını sağlamaya çalışanlar, âmentüde Yahudi ve Hıristiyanlarla ittifak edenlerdir. Bunlar, Müslümanların âmentüleriyle alay edenlerdir, Müslümanların âmentüleriyle oynayanlardır. Şunu bilelim ki; Müslümanlarla Gayr-i Müslimler arasında âmentü ortaklığı yokturlar. Müslümanlar sadece Müslümanlarla âmentüde ittifak ederler. Müslümanlarla âmentüde ittifak etmeyenler de Müslüman sayılmazlar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder