Allah'ın Resul'ü der ki "Siz kendiniz için arzu ettiğinizi kardeşiniz içinde istemedikçe iman etmiş sayılmazsınız." Türkler Kürt kardeşleri için Kürtler de Türk kardeşleri için huzur ve barış istemedikçe iman etmiş sayılmaz."
Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden
yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde)
kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk ya da
soyca değil) takvaca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah, bilendir, haber
alandır. (Hucurat Suresi, 13)
“Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve
renklerinizin ayrı olması, O’nun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda, alimler için
gerçekten ayetler vardır.” (Rum Suresi, 22)
“Böylece Sur’a üfürüldüğü zaman artık o gün aralarında soylar
yoktur ve (üstünlük unsuru olarak soyluluğu) soruşturmazlar da.” (Müminun
Suresi, 101)
Tarih göstermektedir ki, "öfkeli soy koruyuculuğu",
pagan veya dinsiz toplumlara ait bir hastalıktır. Bu toplumlarda her zaman için
ırk, soy ve kabile üstünlüğüne dayalı iddialar ve buna dayalı çatışmalar var
olmuştur. Çünkü insanlar üstünlüğü ırk, soy, kabile gibi özelliklerde
aramışlardır.
Oysa Kuran'daki ifadeyle "...izzet ve gücün tümü
Allah'ındır..." (Yunus Suresi, 65) İnsanlar ise ırkları, renkleri,
derileri fark etmeksizin Allah tarafından yaratılmış olan, Allah'a son derece
muhtaç aciz varlıklardır. Hepsi de ölüme mahkumdur. Dolayısıyla bir insanın
diğer bir insana veya bir toplumun diğer bir topluma karşı bir "izzet",
yani üstünlük iddiasında bulunmaya hakkı yoktur. Nitekim bu saçma iddialar,
ölümle birlikte unutulup gidecektir. Kıyamet günüyle ilgili bir ayette bu
gerçek şöyle bildirilir:
Ayette bildirildiği gibi ölüm anında, kıyamet gününde ya da
ahirette ırk, renk, etnik köken gibi unsurların hiçbir önemi olmayacaktır. O an
önemli olan tek şey, kişinin Allah'a yakınlığı ve Allah'ın rızasını kazanıp
kazanmadığı olacaktır. O gün kimse kimseye soyunu, ırkını soracak bir durumda
da olmayacaktır. Bugün soylarından dolayı azgınlaşanlar, taşkınlık yapanlar,
insanları öldüren, hatta diri diri yakanlar, o gün hangi soydan olurlarsa
olsunlar ne kadar aciz ve muhtaç durumda olduklarını kavrayacaklardır.
IRKCILIK MİLLİYETÇİLİK İLE İLGİLİ HADİSLER
Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
Irkçılığa (asabiyyeye) çağıran Bizden
değildir; ırkçılık için savaşan Bizden değildir; ırkçılık üzere, asabiyye
uğruna ölen Bizden değildir." (Müslim, İmâre 53, 57, hadis no: 1850; Ebû
Dâvud, Edeb 121; İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3948; Nesâî, Tahrim 27, 28)
"Asabiyet (kavmiyetçilik)
dâvâsına kalkan, onu yaymaya çalışan, bu dâvâ yolunda mücâdeleye girişen Bizden
değildir." (Ebû Dâvud, Edeb 112)
Vasîle bin el-Eskâ (r.a.) anlatıyor:
"Ben, 'Yâ Rasûlallah! Adamın kendi kavmine bir zulüm üzerine yardım etmesi
asabiyetten (ırkçılıktan) mıdır?' diye sordum. Hz. Peygamber (s.a.s.):
"Evet" buyurdu." (İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3949; Ebû Dâvud,
Edeb 121, hadis no: 5119; Ahmed bin Hanbel, 4/107, 160)
Rasûlullah (s.a.s.)'a soruldu:
"Kişinin soyunu, sülâlesini (kavmini, ulusunu) sevmesi asabiyet
(kavmiyetçilik, ırkçılık) sayılır mı?" Hz. Peygamber şöyle cevap verdi:
"Hayır. Lâkin kişinin kavmine zulümde yardımcı olması
asabiyettir/kavmiyetçiliktir."(Ahmed bin Hanbel, 4/107, 160; İbn Mâce,
Fiten 7, hadis no: 3949)
"Zulüm ve haksızlıkta kavmine yardıma kalkışan kişi, kuyuya düşmüş deveyi kuyruğundan tutup çıkarmaya çalışan gibidir." (Ebû Dâvud, Edeb 113, 121, hadis no: 5117)
"Zulüm ve haksızlıkta kavmine yardıma kalkışan kişi, kuyuya düşmüş deveyi kuyruğundan tutup çıkarmaya çalışan gibidir." (Ebû Dâvud, Edeb 113, 121, hadis no: 5117)
"Kim kâfir olan dokuz atasını
onlarla izzet ve şeref kazanmak düşüncesiyle
sayarsa, cehennemde onların onuncusu olur." (Ahmed bin Hanbel, 5/128)
sayarsa, cehennemde onların onuncusu olur." (Ahmed bin Hanbel, 5/128)
"Bir kısım insanlar vardır ki,
cehennem kömüründen başka bir şey olmayan adamlarla iftihar ederler, övünürler.
İşte bunlar ya bu övünmeden vazgeçerler, ya da Allah nezdinde, pisliği
burunlarıyla yuvarlayan pislik böceklerinden daha değersiz olurlar."
(Ahmed bin Hanbel, 2/524; Ebû Dâvud, Edeb 111)
"Aziz ve Celil olan Allah sizden
câhiliyye devrinin kabalığını ve babalarla övünmeyi gidermiştir. Mü' min olan,
takvâ sahibidir. Kâfir olan ise şakîdir. Siz, Âdem'in çocuklarısınız. Âdem de
topraktan yaratılmıştır. Bazı adamlar, (kâfir olarak ölen) kavimleriyle
övünmeyi terketsinler. Çünkü onlar cehennemin kömüründen bir kömürdürler, yahut
onlar, Allah indinde burnu ile pislik yuvarlayan pislik böceğinden daha
aşağıdırlar." (Ebû Dâvud, Edeb 120, hadis no: 5116)
"Müslüman cemaatten ayrılan ve itaat
yolunu terketmiş olarak ölen kimsenin ölümü, câhiliyye ölümüdür. Ümmetime karşı
harekete geçerek mü'minin imanına saygı duymaksızın ve sözleşmeli bulunduğu
kimseye karşı olan ahdine vefâ göstermeksizin suçlusuyla suçsuzuyla bütün
ümmetimi vurmaya kalkışan kimse Benim ümmetimden değildir. Asabiyet/ırkçılık
duygusuyla öfkelenen, asabiyet uğruna savaşırken yahut ırkçılık dâvâsı güderken
körü körüne açılmış bir bayrak altında ölen kimsenin ölümü câhiliyye
ölümüdür." (Müslim, İmâre 57; Nesâî, Tahrim 27; İbn Mâce, Fiten 7; Ahmed
bin Hanbel, 2/306, 488.
"Kim hevâsına uyarak bâtıl yolda
cenkeder, kavmiyetçiliğe (asabiyet) çağrıda bulunur veya kavmiyetçiliğin
sevkiyle öfke ve tehevvüre kapılırsa, câhiliyye ölümü üzere (kâfir olarak)
ölür." (İbn Mâce, Fiten 7)
"Bir kimseyi ameli geri
bırakmışsa, nesebi, soyu onu kurtaramaz, yükseltemez, ilerletemez." (İbn
Mâce, Mukaddime 17, hadis no: 225)
"Allah indinde en şerefliniz
takvâca en ileri olanınızdır. Arabın Arap olmayan (acem) üzerine bir üstünlüğü
yoktur. Arap olmayanın da Arap üzerine bir üstünlüğü yoktur. Siyah derili
olanın beyaz derili üzerine bir üstünlüğü yoktur, beyazın da siyah derili
üzerine bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük sadece takvâ iledir."
(Cem'u'l-Fevâid, 1/510, hadis no: 3632)
LANETLİ ÜSTÜN IRKÇILIK
a) Her şeyden önce insanlar arasında var olan farklılıklar bir
tahakküm etme, üstünlük sağlama ya da egemenlik kurma vasıtası değil, bir
tanışma ve dayanışma vasıtası olmalıdır.
b) Hiçbir insan doğuştan imtiyazlı ya da doğuştan eksik
değildir.
c) Bir insanın A ırkından ya da B ırkından olması kendi
elinde değildir. Dolayısıyla insanın kendi seçmediği şeylerle övünmesi mantıklı
olmadığı gibi, bu sebeple kınanması ya da hor görülmesi de insanca değildir.
d) Bir insanın kadın ya da erkek olması önemli bir imtiyaz
olmadığı gibi, A milletinden ya da B milletinden olması da önemli değildir.
e) İnsanın asıl üstünlüğü, asıl büyüklüğü ve asıl şerefi,
yaratıcısına karşı duyduğu sorumlulukla doğru orantılıdır. Kim ne kadar
kendisini Allah’a karşı sorumlu hissediyor ve gereğini yapıyorsa üstünlük ve
şereften en büyük payı o almaktadır.
f) Bir insan kendi ırkını ve ırkdaşlarını sevebilir; ancak bu
sevgi başka ırklardan olanlara karşı bir nefrete dönüşmemelidir.
YAŞASIN BARIŞ :
Türklerin ve Kürtlerin birbirine karşı kazanacakları bir zafer yok. Kazanacakları tek bir zafer var o da birlikte kazanacakları bir zaferdir..
Bugün yaşadıklarımız bir intihar ideolojisine benziyor.. Birbirimizi öldürerek
kendimize zarar veriyoruz.. Kör bir savaştır bu. Haklı olmak, kimseye haksızlık
etme hakkı vermez.. Ve bu kirli savaşta herkesin haklı gerekçeleri yanında
haksız fiilleri de sözkonusu..
Ulus devlet dönemi bitti. Sınırlar kalkarken, bu coğrafyaya yeni
kanlı sınırlar çizmek tarihin akış yönüne karşı kürek çekmekten başka bir anlam
taşımaz..
Bağımsız bir Kürdistan hayali, Kürtlerin İran’a, Türkiye’ye,
Irak Arap yönetimine karşı zaferle kazanılacak bir savaşı ile mümkün.. Kürt
birliğini, bölünmüş bir Türkiye, bölünmüş bir İran, bölünmüş bir Irak, bölünmüş
bir Suriye ile başarabilirsiniz.. Bunu kimle, kimin adına, nasıl
gerçekleştireceksiniz..
Bölgenin her yerine dağılmış Kürtleri nasıl toplayacaksınız.
Kürtlerin hepsi buna “evet” diyecek mi? Kürt coğrafyası denilen bölgedeki
Türkleri, Arapları, Süryanileri ne yapacaksınız..
Türk’le Kürt etle tırnak gibidir. Ayıramazsınız.. Hepimizin
kanında ötekinin kanı var. İş ortağı, akraba bir halkız biz.. Ayıramazsınız..
Irkçılığın her türlüsü lanetlidir.. İlk haram, ilk lanet
ırkçılığadır.. “Fikri kavmiyyeti tel’in ediyor peygamber”
Doğduğumuz ana-babayı biz seçmedik, doğduğumuz zamanı, toprağı
biz seçmedik, derimizin rengini bir seçmedik, cinsiyetimizi biz seçmedik..
Bundan dolayı üstün veya geri olamayız..
Zaza’sı, Sorani’si, Gurmanço’su buna razı olacak mı? Kürt
feodaller, Kürt Müslümanları, laik, sosyal bir Kürdistan’a evet diyecek mi?
Musul petrollerini çıkın, hangi ekonomik güçle bunu
yapacaksınız.. Musul petrollerinde elbette Kürtler de pay sahibi.. Şiiler,
Araplar ve Türkmenlerin hakkı ne olacak.
Petrol barışın yakıtı değilse savaşın aracı olur..
Barış süreci ile ilgili olarak varılan karar akl-ı selimin
zaferidir..
Kapsamlı bir Anayasa değişikliği ile herkesin inandığı gibi
yaşayabileceği, düşündüğünü özgürce ifade edebileceği, dini, mezhebi, etnik,
ideolojik, politik, felsefi ve vicdani çoğulculuğa imkân tanıyan bir Türkiye’yi
hayata geçirmemiz gerek..
Yeni bir Türkiye kurulacak ve herkes orada kendine bir yer
bulacak.
Burası Hz. Adem’in ülkesidir. Hz. Nuh’un, Hz. İbrahim’in
ülkesidir. Her insan biraz Anadoluludur.. Çünkü burası Ademoğullarının kadim
yurdudur. Hiç bir ırka ait olamaz bu topraklar. Bu topraklar Kudüs’ü mikad
alanı içindedir ve arzı mev’uddur.. Bu toprakların hakimi değil, hadimi olunur
ancak..
Şimdi ırmak yatağına dönüyor.. Şimdi kan ve gözyaşının yerini
barış ve kardeşlik alacak..
Baharla birlikte silahların bırakılması gündeme gelecek
inşallah.
Birileri bu toprağın çocuklarının kanları ve gözyaşları üzerine
kendilerine iktidar ve servet üretmek istiyor. Bu kanlı ve kirli savaşın ucuz
askerleri olmayalım.. Bu soğuk savaş tuzağına düşmeyelim..
Dün açıklanan mutabakat metni yeni Türkiye’nin en büyük
sorunlarından biri olan terör sorununun çözümü istikametinde, doğru yönde ileri
doğru atılmış bir adımdır.. Bu adımların arkası gelmeli..
Sorun sadece Türk-Kürt sorunu değil.. Kürtlerin de kendi
aralarındaki sorunları aynı çoğulcu anlayışla çözmesi gerek.. Dindar Kürtler,
geleneksel yapılar, herkes rekabet içinde işbirliği yapmanın bir yolunu
bulmalı. En tepede İslam kardeşliği bizi bir araya getirecektir..
Dün Aynel Arab’da IŞİD saflarında, PYD’ye karşı savaşan
Kürtlerin varlığını unutmayalım. Dünkü IŞİD’in Aynel Arab’da, PKK ve
Barzani’ye, uluslararası koalisyona rağmen nasıl bir baskı kurduğunu da
hatırlayalım..
Birbirimize rağmen başarı şansımız yok. Ama birlikte çok daha
fazlasını kazanabiliriz..
Unutmayalım: Tefrika girmeden bir millete düşman giremez, toplu
vurdukça yürekler onu top sindiremez.
Bu barış Araplar için de model oluşturmalı.. Bir adım sonrası,
bölgede aramızdaki sınırları kaldırmalıyız..
Mevcut kavga; İsrail ve bölge dışı güçlerin bölgeye yerleşmesi
ve altyapımızın çökertilmesi, darbeler, savaşlar ve terör için uygun bir zemin
oluşturuyor..
Şimdi belki Barzani ile konuşup dağdan ineceklerin istihdamı,
sosyal güvencesi, sivil hayata, iktisadi hayata meşru bir şekilde katılmaları,
bir aile düzeni kurmaları için de bir şeyler yapmak gerek.
Bu kan ve gözyaşı bitsin artık.
Analar ağlamasın..
Selam ve dua ile..
YENİAKİT / Abdurrahman
Dillipak
100 YILLIK
PRANGA KIRILIYOR
28 Şubat 2015 gününü
tarih sayfalarında apayrı bir yere konumlandırınız. Bu gün Dolmabahçe'de
Hükümet ile HDP heyetinin ortak açıklamasıyla, Yeni Türkiye gelecek tarihinin yönünün
çevrildiğini not ediniz. Dolmabahçe'den verilen mesaj şudur: 100 yıllık pranga kırılıyor. Ülkemizin kutlu yürüyüşü
önündeki çok önemli bir set yıkılıyor. Türk-Kürt kardeşliği, küresel engelleri
deviriyor. Büyük Türkiye'nin önü açılıyor.
2005-2015 arasında 10 yılda yazılmış diriliş hikayesini hiçbir zaman unutmayınız. Bugünlere kolay gelinmedi. Kardeşlik yürüyüşü 2005'te Diyarbakır meydanında Başbakan Tayyip Erdoğan'ın (Cumhurbaşkanı) tarihi konuşmasıyla başlamıştı. 2005-DIYARBAKIR:Tayyip Erdoğan, Kürt sorununun çözümünün anahtarını elinde tutan güçte bir liderdi.
Cesurdu. Kürt sorununu çözebilmek için 'olmazsa olmaz' özelliklerin birçoğuna sahipti. 2005'te Diyarbakır'a gidip, "Kürt sorunu vardır ve devletin bugüne kadar yaptığı hatalardan dolayı özeleştiri yapıyorum. Birlik ve kardeşlik yürüyüşünü başlatıyorum"demişti. Bugüne dek hiçbir Türk lideri, ülkenin 'tarihi' ve 'en sancılı' sorununa ilişkin böylesine özlü konuşma yapmamıştı. Diyarbakır'da attığı 'büyük' bir adımdı. Yeni Türkiye'nin bölgesel güç kavramının ilan edilmesiydi. Konuşmayla sadece Türkiye içi bir meseleye neşter atmıyor, Ortadoğu'nun da kaderini değiştirecek bir hamleyi başlatıyordu.
2013 Nevruz deklarasyonu
Türk-Kürt kardeşliğini kırmak için o günden sonra yerli-yabancı birçok odak uğraştı. Kritik kavşaklardan geçildi, 2013 Nevruz'unda, Türk-Kürt kardeşliğinin önündeki setleri yıkacak İKİNCİ HAMLE geldi. Abdullah Öcalan, Ortadoğu'daki gelişmeleri iyi okumuş, yepyeni bir döneme Türkiye ile beraber imza atmak için çok önemli bir açıklamayla ortaya çıkmıştı."Yeni bir süreç başlıyor" mesajı: Ortadoğu ve Orta Asya halkları artık uyanıyor. Kendine ve aslına dönüyor.
Birbirine karşı kışkırtıcı savaşlara artık dur diyor. Bugün artık yeni bir Türkiye'ye, yeni bir Ortadoğu'ya uyanıyoruz. Silahlı direniş sürecinden, demokratik siyasi sürece kapı açılıyor. Siyasi, sosyal ve ekonomik yanı ağır basan bir süreç başlıyor. Demokratik hakları özgürlüğü eşitliği esas alan bir anlayış gelişiyor. SİLAHLAR SUSSUN, FİKİRLER KONUŞSUN. Silah değil, siyaset öne çıkıyor. Zaman çatışmanın değil, ittifakın ve helalleşmenin zamanıdır.
Çanakkale'de omuz omuza şehit düşen Türkler ve Kürtler, 1920 Meclis'ini birlikte açmışlardır. Ortak geçmişimizin ortaya koyduğu gerçek, ortak geleceğimizi de birlikte kurmamız gerektiğidir.
2015-DOLMABAHÇE: Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan-İçişleri Bakanı Efkan Ala ve HDP heyeti, tarihi deklarasyonu açıkladı: "Barışa giderken, demokratik bir çözüme ulaşmak temel hedeftir. Asgari müştereğin sağlandığı ilkelerde silahlı mücadeleyi bırakma temelinde stratejik ve tarihi kararı vermek için PKK'yı bahar aylarında olağanüstü kongreyi toplamaya davet ediyorum. Bu davet, silahlı mücadelenin yerini demokratik siyasetin almasına yönelik tarihi bir niyet beyanıdır." Akdoğan son noktayı koydu: "Silahsızlanma ve tam anlamıyla bir eylemsizliğin hayata geçirilmesi çok önemlidir."
2005-2015 arasında 10 yılda yazılmış diriliş hikayesini hiçbir zaman unutmayınız. Bugünlere kolay gelinmedi. Kardeşlik yürüyüşü 2005'te Diyarbakır meydanında Başbakan Tayyip Erdoğan'ın (Cumhurbaşkanı) tarihi konuşmasıyla başlamıştı. 2005-DIYARBAKIR:Tayyip Erdoğan, Kürt sorununun çözümünün anahtarını elinde tutan güçte bir liderdi.
Cesurdu. Kürt sorununu çözebilmek için 'olmazsa olmaz' özelliklerin birçoğuna sahipti. 2005'te Diyarbakır'a gidip, "Kürt sorunu vardır ve devletin bugüne kadar yaptığı hatalardan dolayı özeleştiri yapıyorum. Birlik ve kardeşlik yürüyüşünü başlatıyorum"demişti. Bugüne dek hiçbir Türk lideri, ülkenin 'tarihi' ve 'en sancılı' sorununa ilişkin böylesine özlü konuşma yapmamıştı. Diyarbakır'da attığı 'büyük' bir adımdı. Yeni Türkiye'nin bölgesel güç kavramının ilan edilmesiydi. Konuşmayla sadece Türkiye içi bir meseleye neşter atmıyor, Ortadoğu'nun da kaderini değiştirecek bir hamleyi başlatıyordu.
2013 Nevruz deklarasyonu
Türk-Kürt kardeşliğini kırmak için o günden sonra yerli-yabancı birçok odak uğraştı. Kritik kavşaklardan geçildi, 2013 Nevruz'unda, Türk-Kürt kardeşliğinin önündeki setleri yıkacak İKİNCİ HAMLE geldi. Abdullah Öcalan, Ortadoğu'daki gelişmeleri iyi okumuş, yepyeni bir döneme Türkiye ile beraber imza atmak için çok önemli bir açıklamayla ortaya çıkmıştı."Yeni bir süreç başlıyor" mesajı: Ortadoğu ve Orta Asya halkları artık uyanıyor. Kendine ve aslına dönüyor.
Birbirine karşı kışkırtıcı savaşlara artık dur diyor. Bugün artık yeni bir Türkiye'ye, yeni bir Ortadoğu'ya uyanıyoruz. Silahlı direniş sürecinden, demokratik siyasi sürece kapı açılıyor. Siyasi, sosyal ve ekonomik yanı ağır basan bir süreç başlıyor. Demokratik hakları özgürlüğü eşitliği esas alan bir anlayış gelişiyor. SİLAHLAR SUSSUN, FİKİRLER KONUŞSUN. Silah değil, siyaset öne çıkıyor. Zaman çatışmanın değil, ittifakın ve helalleşmenin zamanıdır.
Çanakkale'de omuz omuza şehit düşen Türkler ve Kürtler, 1920 Meclis'ini birlikte açmışlardır. Ortak geçmişimizin ortaya koyduğu gerçek, ortak geleceğimizi de birlikte kurmamız gerektiğidir.
2015-DOLMABAHÇE: Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan-İçişleri Bakanı Efkan Ala ve HDP heyeti, tarihi deklarasyonu açıkladı: "Barışa giderken, demokratik bir çözüme ulaşmak temel hedeftir. Asgari müştereğin sağlandığı ilkelerde silahlı mücadeleyi bırakma temelinde stratejik ve tarihi kararı vermek için PKK'yı bahar aylarında olağanüstü kongreyi toplamaya davet ediyorum. Bu davet, silahlı mücadelenin yerini demokratik siyasetin almasına yönelik tarihi bir niyet beyanıdır." Akdoğan son noktayı koydu: "Silahsızlanma ve tam anlamıyla bir eylemsizliğin hayata geçirilmesi çok önemlidir."
SONUÇ: Zamanın ruhunu okuyamayan tarihin çöp sepetine giderdi. Suyun akışına direnenler uçuruma sürüklenirdi. Buna asla izin verilemezdi. Bin yıllık kardeşler Türkler ve Kürtler kökleri üzerinden yeniden doğmaya ve ayağa kalkmaya karar verdi.
2015 Nevruzu'na giderken yeni müjde geldi. BÜYÜK TÜRKİYE'NİN YOLU AÇIK OLSUN
TAKVİM / Bülent Erandaç
BARIŞ
Barış ateşi
yeniden bulmaktır.
Barışa yer açmak değil, her tarafımızı barış ve kardeşlik gerçeğiyle süslemek gibi.
İnsanların kanına değil.
İnsanlığın soyuna girmek gibi.
Barışa yer açmak değil, her tarafımızı barış ve kardeşlik gerçeğiyle süslemek gibi.
İnsanların kanına değil.
İnsanlığın soyuna girmek gibi.
***
Şimdi, insanları silahla baş göz eden sistemin, demokratik sistemle yer değiştirmesinin mevsimindeyiz.
Bütün halkları kucağına sığdıran toprakların barış ikliminde.
Meselenin siyaset tarafına bakmıyorum.
Silahların gölgesinden ağaçlarına gölgesine uzanacak zamana bakıyorum.
***
Yıllarca yazdık. "Ahmed Arif'in prangalar eskittiği hasret, hepimizin hasretiydi.
Zulamızdaki resimler, birbirimizden saklamadığımız resimlerdi.
Güneşi aydınlığımızla boyarken, yüreklerimizin kapılara dayanmasının tek sebebi sevgiydi.
Memleket sevgisi."
***
Kaç kez haykırdık. "Kürt böreğimiz vardı, hepimizde gizli kalmış Kürt inadı!
Soframızdaki ekmeği misafirimiz yesin diye, birbirimizi yerdik.
Kürdili hicaz şarkılarımız vardı, efkarımıza efkar katardık.
Kekik kokulu baharları aynı anda hissederken, kayıpları arayan otobüs yolcularıydık.
Allah'ın suyunu bizlere parayla satanlara karşı direnirken, aynı toprağın çocuklarıydık.
Nimetlerin yoksulu, zahmetlerin zengini.
Birbirine bakan resimlerimiz var.
Kardeş olmuş isimlerimiz."
***
Kötü bir zaman diliminden geçtik.
Bu ülkenin anneleri savaş istemiyor.
Omuzlarda tabut görmek istemediğimiz zamanlara uzanmak istiyoruz.
Şehitlerden medet umarak siyaset yapmanın da sonu gelmeli.
Barıştan korkmanın lüzumu yok.
Uzlaşmasız toplumlar birbirini tüketir.
***
Demokrasi; kestiği ekmeğin dilimlerini eşit dağıtmanın resmidir.
Eğer ruhumuzda gerçek bir barışı hissedebiliyorsak.
Dildeki silahları da susturmaktan yanayım.
Barış sadece silahsızlık değildir çünkü.
***
Gökyüzü mavi kalsın.
Çocuklarımız canlı kalsın.
Siyasetin silahsız olanı da
çocuklarımıza miras kalsın.
TAKVİM / HAKKI YALÇIN
DERİN ODAKLARIN 7 HAZİRAN PLANI
Erdoğan'ın 30 Ocak 2009'da İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres'e, "One minute" tokadı atmasından sonra, Türkiyemiz, MİLLİ VE BAĞIMSIZ politikalarına hız vermişti. Avrasya'nın en güçlü devleti olma yolunda ilerlemeye, 2023 yılında BÜYÜK TÜRKİYE olmayı kafasına koymuştu. Ankara, Londra'nın arka bahçesi olmaktan çıkarılmıştı.
Küllerinden doğan ülkemizi tökezletmek, durdurmak, yolundan çevirmek isteyen New York, Londra, Berlin-Tel Aviv hattında oturan ÜST AKIL, ne yapacaklarını masaya yatırdı. 2013-
2014-2015 yıllarına yönelik bir Türkiye Stratejisi hazırladılar. Bu strateji 3 AYAK üzerine oturtuldu:
Birinci Ayak: 2013 yılında başlatılacaktı. Sokaklarda kaos ve Cunta hareketiyle, Tayyip Erdoğan liderliğindeki iktidar zayıflatılacak. Bunun için, Gezi sokak hareketleri, Mısır ve Ukrayna'da aynı zamanda başlatıldı. Arkasında CHP vardı. 17/25 Aralık'ta Fethullah Gülen cuntası darbe teşebbüsünde bulundu.
Erdoğan'ın kararlı tutumu sonucu, Türkiye'de kamu düzeni, uçurumun eşiğinden döndü.İkinci Ayak: 30 Mart yerel seçimlerinde, Erdoğan'lı AK Parti, yüzde 40 altına düşürülecek. Ankara ve İstanbul belediye başkanlarını CHP kazanacak. 10 Ağustos Cumhurbaşkanlığı seçimlerini Erdoğan'ın kazanması engellenecek.
Üçüncü Ayak: 7 Haziran seçimlerinde, Davutoğlu'nun 330 milletvekili alması engellenecek. Yeni Anayasa çıkarılamayacak.
Derin manevralar
ÜST AKIL, en iyi beyinlerini görevlendirdi. Yeni Türkiye'yi tökezletecek derin manevralar üzerinde harıl harıl çalışıyorlar. Bu yolda, 2 aşamalı, "PARLAMENTO'DA KAOS VE SOKAKTA KAOS" isimli planları hazır: 1- Yeni Parlamento'da KAOS: HDP'nin barajı aşması üzerine kurgulandı. HDP'nin 60'a yakın milletvekili çıkarması sağlanacak.
AK Parti, 330 ve hatta 300 altına düşürülecek. Cumhurbaşkanı Erdoğan kuşatılacak. 2- Sokakta KAOS: HDP'nin barajı aşamaması üzerine kurgulandı.
Kandil'deki baronlar, Irak ve Suriye'deki gelişmeleri fırsatçılığa çevirme peşindeler.
Türkiye'de barışa yanaşmama karşılığında DERİN AMERİKA- AVRUPA- İSRAİL'DEN önemli destekler aldıkları anlaşılıyor.
İngiliz basını ısrarla "Bölgesel Parlamento" tezgâha şimdiden başladı.
7 Haziran sonrasında da 'Kürtler Meclis dışında bırakıldı' kampanyasına geçecekler.
Derin odakların, bu sinsi planına karşı, elbette Yeni Türkiye liderliğinin karşı hamleleri olacak. HDP barajı aşamadığı takdirde, yabancı odakları şaşkına çevirecek hamle, "Kısa zamanda, Yeni Türkiye, Yeni Anayasa'ya kavuşacak.
Yüzde 10 barajı olmadan ÇOK ERKEN SEÇİME gidilerek, yabancı oyunlar alt üst edilecek."
SONUÇ: 7 Haziran'dan Başbakan Davutoğlu, en az 330 milletvekili alarak çıktığı takdirde, artık eski Türkiye'ye dönüş asla olmayacak. Eski Türkiye'nin yıkılan duvarları arasında ÜST AKLIN yerli ve yabancı uşakları da kalacak.
Eskimiş muhalefet dağılırken, yeni liderler gelecek. 2015-2019 süreci, Yeni Türkiye'nin geleceğe dönük kurumsal yapısını tamamlayacağı RESTORASYON YILLARI olacak.
TAKVİM / Bülent Erandaç
A- Milliyet fikri
Bediüzzaman Hucurat Suresi’nin 13. ayetini tefsir ederken,
“Şu ayet-i kerimenin ifade ettiği yüksek hakikat hayat-ı içtimaiyeye ait olduğu
için, hayat-ı içtimaiyeden çekilmek isteyen Yeni Said lisanıyla değil, belki
İslamın hayat-ı içtimaiyesiyle alakadar olan Eski Said lisanıyla, Kur’an-ı
Azimü’ş-şan’a bir hizmet maksadıyla ve haksız hücumlara bir siper teşkil etmek
fikriyle yazmaya mecbur oldum.”3 diyerek Hucurat Suresi 13. ayetinin, tüm
insanlığın ve özellikle Müslümanların toplumsal hayatına baktığını ve
Müslümanları bir araya getirmenin temel şartlarına işaret ettiğini ifade ediyor.
Ona göre Kur’an’a ait olan her şey çok değerlidir. İnsanların bir kadınla bir
erkekten yaratıldıklarını, sonra kavim ve kabilelere ayrıldığını gösteren bu
ayetin, İslam birliğinin şartlarını ifade etmesi bakımından yüksek bir hakikat
ihtiva etmektedir.
Bediüzzaman ayette geçen “Tearüf” (tanışma) kelimesinin ifade
ettiği mana üzerinde durarak “ayet-i kerimenin ifade ettiği tearüf ve teavün
düsturunun beyanı için” özetle şöyle diyor: “Bilindiği gibi bir ordu tugaylara,
tugaylar alaylara, alaylar taburlara, taburlar bölüklere, bölükler takımlara
ayrılıyor. Bunun amacı, askerlerin değişik yönlerini ve yeteneklerini ortaya
koymak ve o yeteneklere göre görev dağılımını yapmaktır. Böylece o ordunun
fertleri yardımlaşma prensibiyle gerçek bir görev yerine getirmiş olacaklar ve
toplumun sosyal hayatı düşmanın saldırısından korunmuş olacak. Hiç şüphesiz
ordunun muhtelif kısımlara ayrılmasından maksat, tugay ve taburların
birbirilerine karşı husumet beslemeleri ve kavga etmeleri değildir. Tıpkı bunun
gibi, İslam toplumu da kabile, kavim ve gruplara ayrılmış büyük bir ordu
hükmündedir. Fakat bu toplumun çok sayıda birliğini gerektiren yönler vardır.
Her şeyden önce Yaratıcıları bir, Rezzakları bir, Peygamberleri bir, kıbleleri
bir, kitapları bir, vatanları bir… Bu kadar birlikler elbette ki kardeşliği,
muhabbeti ve birliği gerektiriyor. Anlaşılıyor ki, kabile ve gruplara bölünmüş
olmak, şu ayetin ifade ettiği gibi, tanışmak, yardımlaşmak ve dayanışmak
içindir, birbirini inkâr etmek ya da birbirileriyle kavga etmek için değildir.”4
Kur’an’ın ifade ettiği milliyet fikri hakkındaki görüşlerini
bir paragrafta izah eden Bediüzzaman, özellikle zalim Avrupa yöneticilerinin
tahrikiyle gelişme gösteren günümüz milliyetçilik hareketlerine dikkat çekerek
şöyle diyor: “Milliyet fikri bu asırda çok ileri gitmiş, özellikle de dessas
Avrupa zalimleri, parçalayıp yutsunlar diye bu fikri Müslümanlar içinde menfi
bir şekilde uyandırıyorlar.”5
Bediüzzaman’a göre milliyet fikri içinde nefsanî bir zevk,
gafletkarane bir lezzet ve uğursuzca bir güç vardır. Onun için bu zamanda
sosyal hayatın içinde olanları bu zevkten vazgeçirmek mümkün görünmediği için
onlara “milliyetçilik yapmayınız” denilmez.
B- Milliyetçiliğin kısımları
Bediüzzaman orijinal bir tespitle milliyetçiliği “menfi ve
müspet” olmak üzere iki kısma ayırmaktadır.
1) Menfi milliyetçilik
Her iki milliyetçiliğin özelliklerini sayan Bediüzzaman’a
göre menfi milliyet öncelikle olumsuz, uğursuz ve zararlıdır. Ayrıca başkasını
yutmakla beslendiğinden diğer kavimlere ve ırklara karşı düşmanlık besler ve
onlara karşı uyanık davranır.
Bediüzzaman bu tür bir milliyetçiliğin düşmanlığa, kargaşaya
ve keşmekeşe sebebiyet verdiğini, hem ayet-i kerime hem de hadis-i şerif ile
yasaklandığını ifade eder. Bediüzzaman, unsuriyet, ırkçılık ya da kavmiyetçilik
şeklinde ifade edilebilen böyle fikirlere sahip olanları menfi milliyetçi
olarak görmekte ve böylelerinin İslam toplumu için zararlı olduklarını dile
getirmektedir. Bediüzzaman bu görüşlerini teyit için şu delilleri
serdetmektedir:
a) Allah Kur’an’da şöyle buyuruyor: “Hani, inkârda
direnenlerin kalbini malum gurur (cahiliye gururu) doldururken Allah, elçisine
ve mü’minlere iç huzuru bahşetmiş ve onların sorumlu davranma sözüne (takvaya)
sadık kalmalarını sağlamıştı. Zira onlar fazlasıyla layık ve ehildiler ve zaten
Allah her şeyi hakkıyla bilendi.”6 Ayette geçen “cahiliye hamiyeti” sadece
kendi kişisel gururu ve çıkarı uğruna birçok insanın zarar görmesini göze
almayı ifade eden bir deyimdir. Kur’an, kendi ırkını öne sürerek başkasına
hayat hakkı tanımayan sistemleri “hamiyet-i cahiliye” olarak öngörmekte ve bunu
şirkin bir çirkin geleneği olarak kabul etmektedir.
b) Irkçılığı yasaklayan hadis-i şerife gelince, Resul-i Ekrem
(a.s.m.) şöyle buyuruyor: “İslam cahiliye asabiyetini (ırkçılık ve kabileciliği)
kökten kaldırmıştır”7Bu hadis, ırkçılığı şirkin ve putperestliğin yaygın olduğu
İslam öncesi cahili dönemin bir geleneği olarak göstermekte ve İslam tarafından
tamamen yasaklanmış olduğunu ifade etmektedir. Bediüzzaman bu ayet ve hadisi
zikrettikten sonra özetle şöyle demektedir:
“İşte bu hadis-i şerif ve şu ayet-i kerime kati bir surette
menfi milliyeti ve ırkçılık fikrini kabul etmemektedirler. Çünkü müspet ve
mukaddes İslamiyet milliyeti ona ihtiyaç bırakmıyor. Acaba bir buçuk milyarlık
ebedi kardeşleri insana kazandıran (İslam’dan başka) bir ırk var mıdır?”8
c) Bediüzzaman’a göre menfi milliyetin tarihte pek çok
zararları görülmüştür. Mesela Emeviler milliyet fikrini bir parça siyasetlerine
karıştırdıkları için hem İslam âlemini küstürdüler hem kendileri de çok
felaketlere maruz kaldılar.9 Ona göre Hz. Hasan ve Hüseyin’in (r.a)
Emevilere karşı mücadeleleri kuşkusuz bir din ve milliyet mücadelesiydi. Çünkü
Emeviler İslam devletini Arap milliyeti üzerine dayandırıp, İslam kardeşliği
bağını milliyet bağından daha zayıf bıraktıkları için iki şekilde İslam’a ve
Müslümanlara zarar verdiler: Birincisi; diğer milletleri rencide ederek
İslamiyet’ten uzaklaştırdılar. İkincisi de, Arap olmayan insanlara zulmettiler.
Çünkü ırkçılık ve milliyet düşüncesi adaleti ve hakkı esas almadığından, Emeviler
adaletle hükmedemeyip zulmettiler. Zira menfi milliyeti esas alan bir hâkim,
öncelikle kendi ırkdaşını tutar, adaletle hükmedemez. Oysa İslam’ın adalet
anlayışında dine bağlılık önemlidir. Dine bağlılık yerine milliyete bağlılık
ikame edilemez; edilse adaletle hükmedilemez. O zaman hakkaniyet gider, zulüm
olur. İşte bu düşünceden hareket eden Hz. Hüseyin (r.a) dini rabıtayı esas
alarak Emevilere karşı mücadele etmiş ve şahadet makamını elde etmiştir.10
d) Bediüzzaman’a göre menfi milliyet fikri, sırf İslam
âlemini ve özellikle Osmanlı devletini parçalamak için Avrupalı zalim
yöneticiler tarafından Müslümanların içine atılmış ve teşvik edilmiştir.
Sonuçta Osmanlı devleti yıkılmış, yerine T.C. devleti kurulmuştur. Ancak daha
önce Osmanlı tebaası olan halklardan, sözde müstakil onlarca devlet kurulmuş,
fakat bu devletler Batı’ya ya da Rusya’ya bağımlı hale getirilmişlerdir.
Denilebilir ki, İslam birliğini dağıtmak ve o birliği sağlayan Hilafet gücünü
elinde bulunduran Osmanlı devletini yıkmak için çıkarılan 1. Dünya savaşı menfi
milliyetin insanlığa ve Müslümanlara ne kadar zararlı olduğunu açıkça
göstermiştir.11
e) Irkçılığın İslam dünyası için büyük bir handikap olduğuna
işaret eden Bediüzzaman özelde, değişik ırklara mensup olan vatandaşlarımızın
durumunu ele alıyor ve özetle şöyle diyor: “Şimdi farklı ırklara mensup olan
vatandaşlarımız, birbirlerine en çok muhtaç oldukları bir zamanda, üstelik
onları esir almak isteyen düşmanları varken, ırkçılık damarıyla birbirilerine
yabani bakmaları ve birbirilerini düşman telakki etmeleri tarifi imkânsız büyük
bir felakettir. Adeta bir sineğin ısırmaması için müthiş yılanlara arka
çevirmek, böylece sineğin ısırmasından kurtulmaya çalışmak bir divaneliktir.
Aynı şekilde büyük ejderhalar hükmündeki Batılıların doymak bilmeyen hırslarını
tatmin için pençelerini uzattıkları bir sırada, ırkçılık fikriyle dindaşlarına
düşmanlık ve kin beslemek çok tehlikelidir ve her iki tarafın da o düşmanın
pençelerine düşmelerine bir sebeptir.”12
f) Kuşkusuz vatandaşların birbirlerine karşı kardeşçe hisler
beslemelerinde muvaffak olmaları ve barış içerisinde yaşamaları devlet
politikasına bağlıdır. Eğer devlet politikası vatandaşlar arasında ayırımı
öngörüyorsa ya da herkesi Türk sayarak kendisini Türk kabul etmeyenlerin
üzerine kanun gücünü gönderiyorsa, devlet adil ve tarafsız davranacağı yerde
tahrik ediyor demektir. Bu durumda iş ciddileşir ve ırklar arasındaki ihtilaf
daha da büyümeye başlar. Bu yüzden Bediüzzaman uyarıcı bir üslupla doğu
vilayetlerindeki vatandaşlara (Kürtlere) veya güney tarafındaki dindaşlara
(Araplara), bizden değildirler diye adavet beslemenin, onları hor görmenin ve
onlara karşı cephe almanın büyük bir felaket olduğunu dile getirmektedir. Ona
göre ne doğuda ne de güneyde yaşayan insanlar arasında Türk düşmanı vardır. Her
şeyden önce güneyden Kur’an nuru ve İslamiyet’in ziyası gelmiştir. O nur bütün
Anadolu’da vardır. Dolayısıyla onlara adavet etmek Kur’an’a ve İslam’a adavet
manasına gelir ki, bu da toplumun dünya ve ahiret hayatına adavet etmekle eş
düzeydedir.13
g) Bediüzzaman’ın, ister Türkçülük, ister Kürtçülük ya da
Arapçılık olsun bütün menfi milliyetçileri aynı kategoride mütalaa ettiğini
görüyoruz. Ancak Bediüzzaman tarihi bir gerçeğe dikkat çekerek, dünyanın
neresinde yaşarsa yaşasın bütün Türklerin Müslüman olduklarını, Türklerin diğer
milletler gibi, “Müslim ve gayri Müslim” diye ikiye ayrılmadığını, Müslüman
olmayan Türklerin Türklük ile bir alakalarının kalmadığını (Macarlar gibi) dile
getirmekte ve Türklere hitaben özetle şöyle demektedir:
“Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et. Çünkü senin
milliyetin İslamiyet’le imtizaç etmiş, ondan ayrılması mümkün değildir.
Milliyetini İslam’dan ayırsan mahvolursun. Zira bütün mazideki övünç kaynağın
İslamiyet’in defterine geçmiştir.”14 Üstadın bu ifadesinden anlaşıldığına
göre, hâkim sınıf olarak Türklerin sorumlulukları daha fazladır. Türklerin bu
sorumluluk bilinciyle hareket edip daha çok İslam’a sahip çıkmaları ve menfi
milliyetten uzak durmaları gerekir. Türkler ve Türk devletinin yöneticileri,
bir ailede olduğu gibi baba rolünü üstlendikleri için, kardeş ırklardan
gelebilecek kaba davranışlara ve olumsuz tavırlara karşı nazik davranmak
zorundadırlar.
2) Müspet milliyet
Bediüzzaman’a göre müspet milliyet, sosyal hayatın dâhili
ihtiyaçlarından ileri geliyor. Dolayısıyla bu tür milliyet yardımlaşmaya ve
dayanışmaya sebep olduğu gibi, büyük bir gücün meydana gelmesini sağlar ve
İslam kardeşliğinin gücünü ortaya çıkarır. Ona göre Müslümanların milliyeti bir
vücuttur; aklı İslamiyet, ruhu Kur’an ve imandır. Sosyal hayatın dâhili
ihtiyaçlarından gelen bu milliyet, yani mukaddes İslamiyet milliyeti
ayrıştırıcı değil birleştirici ve kaynaştırıcıdır. Özellikleri şunlardır:
a) Müspet bir milliyetten bahsedilebilmesi için öncelikle
milliyet fikrinin İslamiyet’e hizmetkâr olması lazımdır. Başka bir deyimle,
milliyet düşüncesi İslam’a kale olmalı, ona zırh olmalı, fakat asla yerine
geçmemelidir.
b) Şüphesiz hem milliyetin hem de İslamiyet’in insana
kazandırdığı bir kardeşlik anlayışı vardır. Her iki kardeşlik de insana güç veriyor.
Ancak bu konuda İslam kardeşliği ırk kardeşliği ile asla mukayese edilemez.
Çünkü İslamiyet’in kazandırdığı kardeşlik içinde bin kardeşlik vardır. İslam
kardeşliği ebedidir; yani berzah ve Ahiret âlemlerinde o kardeşlik baki
kalıyor. Oysa ırk kardeşliği ne kadar güçlü de olsa kabir kapısında sona
eriyor.
c) Müspet milliyet İslamiyet’in bir perdesi hükmünde
olmalıdır. Yani milliyeti kaldırdığımız zaman ardında İslamiyet görünmelidir.
Aksi takdirde milliyeti temel alarak onu İslamiyet’in yerine ikame etmek, aynı
zamanda ciddi bir şekilde Müslüman olduğumuzdan bahsetmek iki yüzlülük olur.
Tıpkı bir kale içinde muhafaza edilen elmasların, kalenin duvarına
yerleştirilmesi, kalenin duvarındaki taşların da kalenin içinde muhafaza
edilmesine benzer. İslamiyet bir elmas hazine gibidir. Müspet milliyet o
elmasları kuruyan kalenin duvarlarındaki taşlara benzer. Kalenin içindeki elmas
hazinesini kalenin duvarındaki taşlarla değiştirmek ahmaklıktan başka bir şey
değildir.15
d) İslam’ın ırkçılığı reddetmesi, kişinin mensup olduğu
milletini sevmemesi demek değildir. Bir insanın kendi ırkını sevmesi için
birçok sebep bulunabilir. Dillerinin, geleneklerinin ve kültürlerinin bir
olması bu sebeplerden bazılarıdır. Hz. Peygamber’in (a.s.m.) “Kişi milletini
sever”16 hadisi de bu şekilde yorumlanmalıdır. Ancak burada önemli olan,
ırkımıza karşı beslediğimiz bu sevginin, başkasının inkarına yol açmamasıdır.
e) Bir insanın, İslam’a hizmet eden ecdadı ile iftihar etmesi
ırkçılık değildir. Çünkü bu tür övünmeler hem Sahabe, hem Tabiin, hem de tüm
İslam tarihi boyunca sıkça görülen hususlardır. Bilindiği gibi, Uhud harbinde
Katade b. Numan’ın gözüne bir ok isabet etmiş ve gözünü çıkarmıştır. Resul-i
Ekrem (a.s.m.) o mübarek ve şifalı eliyle Katade’nin gözünü alıp yerine
yerleştirmiştir. Bu vaka çok şöhret bulmuş; hatta Katade’nin torunlarından
birisi, Ömer b. Abdulaziz’in yanına geldiğinde kendisini: “Ben öyle bir zatın
torunuyum ki, Resulullah (a.s.m.) onun çıkmış gözünü yerine koymuş ve gözü şifa
bulmuştur” şeklinde tanıttırmıştır.17 Bunun gibi bir Türk’ün, Hz.
Peygamber’in (a.s.m.) hadisine mazhar olan Sultan M. Fatih ile övünmesi, ya da
bin yıl İslam’a hizmet eden ecdadıyla iftihar etmesi ırkçılık değildir.
C- Devletin milliyetçilikle ilgili politikaları
1) Avrupa’da baş gösteren milliyetçilik hareketleri 20.
yüzyıl itibariyle Asya kıtasında uyanan kavimler arasında da yayılmaya başladı.
Uyanan ve Avrupa’nın parlak uygarlığına kapılan kavimler her konuda olduğu gibi
milliyetçilik konusunda da Avrupa’yı körü körüne taklit etmeye başladılar.
Bediüzzaman “Halbuki her milletin kamet-i kıymeti ayrı bir elbise ister”18 diyerek
bu taklitçiliğe karşı çıkmaktadır. Ona göre Avrupa ve Asya insanları bir cins
kumaş bile giyecek olsalar tarzları ayrı ayrı olmak lazım gelir. Sözgelimi, bir
ihtiyar hocaya tango bir kadın elbisesi giydirilmediği gibi, bir kadına bir
jandarma elbisesi giydirilmez. Avrupa bir dükkân ve bir kışla ise, Asya bir
çiftlik ve bir cami hükmündedir. Bir dükkâncı dansa gider ama bir çiftçi
gidemez. Aynı şekilde cami kıyafeti ile kışla kıyafeti bir değildir.19 Bu
ifadeler, taklitçiliğin kendi milliyetini inkar anlamına geldiğine işaret
etmektedir.
2) Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren Türkiye Cumhuriyeti
devletini idare edenler, her hususta Batı’yı taklit ederek açık bir şekilde
ulusçuluğu ve Türk milliyetçiliğini esas aldılar. Bu amaçlarını gerçekleştirmek
için kendilerine iki ana hedef seçtiler. Birincisi, başka kavimleri yok sayma
politikasıdır. Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde başka kavimlerin
varlığını inkâr etme politikası her zaman devletin değişmez politikası
olmuştur. Kürtler üzerindeki baskıların bugün nelere mal olduğunu artık
bilmeyen yoktur. İkinci hedef olarak da, dinin Anadolu halkı üzerindeki
etkisini yok etmek için büyük çabalar sarf etmişlerdir. Kur’an harflerinin
Latin alfabesiyle değiştirilmesi, din derslerinin kaldırılması ve kadınla
ilgili kültürleri kökten değiştirme gayretleri, hep dinin halk üzerindeki
tesirini yok etmeye yönelik çabalar olarak tarihe geçmiştir. Devlet
başkanlarının etrafında kümelenen kimi aydın ve yazarlar da bu değiştirme
politikasına çanak tutmuşlar ve “Kâbe Arab’ın olsun Çankaya bize yeter” diyecek
kadar eblehleşmişlerdir.
3) Devleti idare edenleri kullanmak isteyen gizli komiteler,
Türkçülüğü ve menfi milliyetçiliği reddeden Bediüzzaman ve onun gibi insanları
da Kürtçülükle itham etmişlerdir. Bediüzzaman, kendisini Kürtçülükle suçlayan
Türkçülere cevap verirken aynı zamanda Kürtçülük yapmanın vahim sonuçlarına da
işaret ediyor; özetle şöyle diyor:
BEN ELHAMDÜLİLLAH MÜSLÜMAN’IM. Her zaman kutsal milletimin
350 milyon (şimdi 1.5 milyar) efradı vardır. Böyle ebedi bir uhuvveti tesis
eden ve dualarıyla bana yardım eden ve içinde Kürtlerin ekserisi bulunan 350
milyon kardeşi menfi milliyet fikrine feda etmek ve o mübarek hadsiz kardeşlere
bedel, Kürt adını taşıyan ve Kürt milletinden olan dinsiz veya mezhepsiz bir
mesleğe mensup birkaç kişiyi kazanmaktan yüz bin defa Allah’a sığınıyorum. Ey
Mülhid! Senin gibi ahmaklar lazım ki, Macar kâfirleri ya da dinsiz olmuş ve
Batılılaşmış üç beş Türk’ün muvakkat kardeşliğini kazanmak için, 350 milyon
hakiki ve nurani bir cemaatin baki kardeşliğini terk etsin.”20
Bu ifadelerden anlaşıldığına göre, ırkçılık yapanlar bütün
İslam âlemiyle kardeş olma gibi değerli bir avantajı kaybediyorlar. Bediüzzaman’a
göre Kürtçülük ya da Türkçülük yapan bir kimse 1,5 milyarlık İslam kardeşlerini
kaybediyor, onun yerine dinsiz veya mezhepsiz birkaç dostu kazanıyor. Bu kaybı
göze almak büyük bir ahmaklıktır.
4) Bediüzzaman’a göre menfi milliyet esası üzerinde Türkçülük
yapanlar gerçekte Türk düşmanı olan ve kendi menfaati uğruna her türlü
mukaddesatı feda edebilen hamiyetfüruş dinsizlerdir. Bediüzzaman onlara hitaben
özetle şöyle diyor: “Ey mülhidler! Ben Türk denilen bu vatanın ehl-i iman olan
kısmıyla, İslamiyet milliyeti ve ebedi ve hakiki bir kardeşlik ile alakadarım.
Bin seneye yakın bir zamandır; Kur’an’ın bayrağını cihanın her tarafında
galibane gezdiren bu vatan evlatlarını, büyük bir övünçle ve İslamiyet hesabına
seviyorum.”21
Ona göre milliyetçiliğin ölçüsü İslam dinine bağlılık ve
sevgidir. Eğer İslamiyet’e inanmıyorsanız ya da inandığınızı söylediğiniz halde
gerçekte sevmiyorsanız Türkçülük iddiasında bulunmanız bir aldatmacadır.
5) Bediüzzaman gençlere yönelik olarak kurulan ve gençleri
İslam’dan uzaklaştırmak için akla zarar programlar uygulayan “Halk Evleri” gibi
müesseselerin faaliyetlerine büyük tepki göstermektedir. Gençlere yönelik
olarak hazırlanan bu tür faaliyetlerin Türk gençliğini zehirlemeye yönelik
olduğuna işaret ediyor. Ona göre Milliyetçilik ve Türkçülük perdesi altında bu
faaliyetleri yürütenler gerçekte Türk düşmanı olan gizli komitelerdir. Özetle
şöyle der:
“Sen ise ey sahtekâr! Türk’ün hakiki ve milli iftihar
vesilelerini unutturacak bir şekilde Türklerle mecazi ve muvakkat bir kardeşliğin
vardır. Sana soruyorum: Türk milleti yalnız 20-40 yaş arasındaki gafil ve
heveskâr gençlerden mi ibarettir? Acaba onların menfaati ve onlar için
yapılması gereken hizmet, sadece onların gafletlerini arttıran ve ihtiyarlıkta
onları ağlattıracak şekilde muvakkat bir güldürmekten mi ibarettir? Eğer
hamiyet-i milliye bundan ibaret ise ve ilericilik ve hayattaki mutluluk bu ise,
ben o Türkçülükten ve o milliyetçilikten kaçıyorum; sen de benden
kaçabilirsin.”22
6) Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren benimsenen Türkçülük
politikası ne yazık ki, menfi milliyetçilik esasları üzerine bina edilmiştir.
Bu durum başta Kürtler olmak üzere diğer kavimleri küstürmüş ve devletle uyum
sağlamalarına engel olmuştur. Milli Eğitim’deki dini boşluktan istifade eden
mülhidler Kürt çocuklarını dini kaygılardan uzak ve tamamen bir Kürt
milliyetçisi olarak yetişmelerini temin etmişlerdir. Denilebilir ki, bugünkü
manzara, 1960’larda Doğu ve Güneydoğu’nun şehir merkezlerinde ve kasabalarında
kurulan ve dini inkâr eden programlarla dolu olan resmi okulların bir
neticesidir. İnsanların maymundan geldiğini ve dinin, bir gün mutlaka bilime
karşı iflas edeceğini genç Kürtlere anlatan Türk öğretmenler hâlâ yaşıyorlar.
Ne yazık ki, dinsizlik derslerini alan o genç Kürtler bugün çoğunlukla yasa
dışı örgütlerin yöneticisi durumundadırlar.
Eğer sivil kuruluşların gayretiyle doğu vilayetlerinde
kurulan İmam Hatip liseleri olmasaydı, bugün durum çok daha ciddi ve tehlikeli
olurdu. Ama üzülerek belirtmek gerekir ki, milliyetçiliği esas alan devlet
içindeki bazı odaklar hep bu okullara karşı çıktılar ve hâlâ karşı çıkmaya
devam ediyorlar. “Rüzgâr eken fırtına biçer” kaidesince, bugün Kürtlerin bir
siyasal kalkışma yapmalarından endişe eden Türkçüler, başlarını iki avuçları
arasına alıp derin düşünmelidirler. Üstelik 30 yıl süren kirli savaşta bunca
maddi ve manevi kayıplara rağmen sözde milliyetçiler ders almış görünmüyorlar.
Çünkü bu zümreler, hâlâ ülkenin geri kalmışlıkla ilgili tüm ihmallerini ve her
türlü vebali din üzerine atmak istemektedirler.
Bediüzzaman, bu mücadelenin sonunda, Türk milletini ve
Türkçülüğü İslam’a karşı kullanan gizli bir zındık komitenin muvaffak olamayıp
geri çekileceğini, bunu ahirzaman ile ilgili rivayetlerden anladığını dile
getirmiştir.
Sonuç
Bu topraklarda yaşayan insanları birbirine bağlayan en güçlü
bağ din kardeşliği bağıdır. Allah Kur’an-ı Kerim’de mü’minlerin sadece kardeş
olduklarını beyan buyurarak din kardeşliğinin nesep ve ırk kardeşliğinin
üstünde olduğunu vurgulamıştır. Bugün Türkiye’de yaşayan insanların büyük bir
çoğunluğu (% 99’u) Müslüman’dır. Menfi milliyetçiler aksini iddia etseler de,
bu vatan toprakları üzerinde yaşayan insanları bir arada tutan çimento dindir.
Tek başına dil ya da başka bir unsur değildir. Dinin çağımızda yükselen bir
değer olması, Müslümanların hâlâ ne kadar dine muhtaç olduklarını açıkça
göstermektedir.
Özellikle Doğu ve Güneydoğu’nun dağlarına “Ne mutlu Türküm
diyene!” ya da “Bu vatan Türklerindir” ya da “Türkiye Türklerindir” gibi
sloganlar yazmak bir vatanperverlikten ziyade bir hıyanettir. Bizzat
Güneydoğulu bir vatandaş olarak ve halen o bölgede yaşayan bir insan olarak, bu
tür kışkırtmaların Türk milli birliğine bir fayda temin etmediğini, aksine
ayrılığa ve husumete sebep olduğunu söyleyebilirim.
Bu şirin ülkemiz olan Türkiye, eski zamanlardan beri çok
değişikliklere maruz kaldığından, ayrıca asırlarca İslam merkezi olması
haysiyetiyle değişik İslam milletlerinden Anadolu’ya çok göç olmuştur. Bu
topraklar üzerinde yaşayan insanların ırkları birbirine geçmiştir. Türkleşen
Kürtler olduğu gibi, Kürtleşen Türkler ve Araplar da mevcuttur. Ancak Levh-i
Mahfuz açılsa kimin hangi milletten olduğu hakiki olarak anlaşılabilir.
Öyleyse milliyetçiliği ırk esasına dayandırmak doğru
değildir. Eğer din birliği varsa milliyet birliği de var demektir.
Müslüman olan herkes, ister Türk, ister Arap veya Kürt olsun
bu vatanın asıl sahibidir. Batılıların tüm çabası, Kürtleri azınlık olarak göstermek
ve uluslararası hukuk normlarına göre Kürtlere farklı hakların verilmesini
temin etmektir. Batılıların amaçları bellidir. Onlar Türkiye’yi bölerek
kendilerine bağımlı sözde müstakil bir Kürt devletini kurmak istiyorlar.
Kuşkusuz hiçbir Batılının yeni bir İslam devletini istemediğini anlamak zor
değildir. O halde Batılılar neden bir Kürt devletinin kurulmasını istesinler?
Bana göre Kürtlere, bu vatanın asıl sahipleri olarak konuşma hakkı, dillerini
öğrenme ve çocuklarına Kürtçeyi öğretme hakkı ve Kürtçenin okullarda tercihli
bir dil olarak okutulması gibi birçok hakları kendimiz vermeliyiz. Buna itiraz
edenlerin niyetleri hiç de iyi değildir. Çünkü onlar bu itirazlarıyla Kütlerin
asimile olmalarını beklemektedirler. Bu durum İslam kardeşliğine aykırıdır.
Bu topraklarda yaşayan insanları birbirine bağlayan en güçlü
bağ din kardeşliği bağıdır. Allah Kur’an-ı Kerim’de mü’minlerin sadece kardeş
olduklarını beyan buyurarak din kardeşliğinin nesep ve ırk kardeşliğinin
üstünde olduğunu vurgulamıştır. Bugün Türkiye’de yaşayan insanların büyük bir
çoğunluğu Müslüman’dır. Menfi milliyetçiler aksini iddia etseler de, bu vatan
toprakları üzerinde yaşayan insanları bir arada tutan çimento dindir. Tek
başına dil, ya da başka bir unsur değildir. Dinin çağımızda yükselen bir değer
olması, Müslümanların hâlâ ne kadar dine muhtaç olduklarını açıkça
göstermektedir. Diğer taraftan bu Anadolu toprakları göç yolu üzerinde
kurulduğu ve asırlarca İslam merkezi olduğu için buraya çok yerlerden göç
meydana gelmiştir. Dolayısıyla ancak Levh-i Mahfuz açılsa herkesin gerçek ırkı
anlaşılabilir. Şu halde milliyeti ırk esasına dayandırmak yerine herkesin ortak
paydası olan din esasına dayandırmak daha gerçekçidir.
Dipnotlar
1- Hayat
Kitabı Kur’an (M. İslamoğlu), Hucurat, 49/10.
2-
Hucurat, 49/13.
3-
Mektubat, s. 364, Zehra yayıncılık, İst., 1998.
4- a.g.
e.,s. 364
5- a.g.e.,
s. 365.
6- Fetih,
48/26.
7- Ahmed
b. Hanbel, Müsned, IV, 199, 204, 205.
8-
Mektubat, s. 365.
9-
a.g.e.,s. 365.
10-
Mektubat, s. 66.
11-
a.g.e., s. 366.
12-
a.g.e., s. 366.
13-
a.g.e., s. 367
14-
a.g.e., s. 367.
15-
a.g.e., s. 367.
16-
a.g.e., Hakim, Müstedrek, III, 131.
17-
a.g.e., s. 163.
18-
a.g.e., s. 267.
19-
a.g.e., s. 267.
20- a.
g.e., s. 478.
21- a.
g.e., s. 479.
22-
a.g.e., s. 479
23-
Şualar, s. 537. Zehra Neşriyet, İst., 1998.
24-
Mektubat, s. 369.
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder