14 Mayıs 2015 Perşembe

İMAN VE İMAN HAKİKATLARI :İnanılması gerekli olan diğer şeylerin bazıları şunlardır: Asrımızın en büyük hastalığı; imansızlık ve iman hakikatlerine gereken önemin verilmemesidir. Hâlbuki iman, amelden önde gelir.



 Zira Allah’ın fazlının gözüktüğü kimseler için, amelsiz cennete girmek mümkün olabilir. Ama imansız cennete kimse giremeyecektir. İman cennetin “olmazsa olmaz” anahtarıdır. Belki ameldeki bir kusur, Allah tarafından af edilebilir, ancak imandaki ufacık bir kusur af edilmediği gibi, yer ve gök arası kadar sâlih amelin mahvına da sebep olabilir. 

Öyleyse imanı çok iyi anlamak ve iman hakikatlerini delilleriyle bilmek zorundayız.

Kadere iman, birçok insanın kavrayamadığı bir meseledir. Hemen hemen herkesin kafasında şu sorular vardır:

“Kader değişir mi? Allah benim kaderime günah işleyeceğimi yazmışsa benim suçum ne? Evlilik de kader midir? Madem kaderinde ölecek yazılmış, o halde onu öldüren niçin katil ve suçlu oluyor? Katil öldürmeseydi yaşayacak mıydı? Madem kaderimizde cennete veya cehenneme gideceğimiz yazılı, o halde bu imtihan niçin? Ben kaderimi değiştirebilir miyim?..”

Bu ve bunlar gibi onlarca soru…

Kader meselesinin anlaşılamamasının altında yatan en büyük sebep; Allah’ı tanıma yani marifetullah bilgisinin azlığıdır. Zira kader, Allah’ın ilmi ve ezeliyeti ile alakadardır. Bu mesele ile yaralanmış bir kimseye sorsak; “Allah ezeli midir?” Cevap olarak “evet”i alırız. Ve tekrar soracak olsak; “Ezeli olmak ne demektir?” 

Bu soruya alacağımız cevap ise şudur: “Ezeli olması; Allah’ın başlangıcının olmamasıdır.” İşte bu cevaptaki eksiklik, yani Allah’ın ezeli oluşunun ne manaya geldiğinin tam bilinmemesi, bu konunun anlaşılamamasına sebep olmuştur. Buradaki kusur, Allah’ı hakkıyla tanımayan, hatta tanımaya bile çalışmayan kişiye aittir. O, bu kusurunun cezasını, cevap veremediği soruların sıkıntısıyla öder. Hatta bazen Allah’ı tanımaya karşı gösterdiği lakayıtlığa ceza olarak, iman ve İslam nimetini kaybedebilir.

Maksadımız; kader meselesiyle yaralanan gönüllere ve akıllara bir abıhayat sunarak, Allah’ın rızasını kazanmaktır. Bu eserde kader hakkında merak ettiğiniz bütün soruların cevaplarını bulacaksınız. Yardım ve inayet Allah’tandır.

İnanılması gerekli olan diğer şeyler


*Kur'an-ı kerimin Kelâm-ı ilâhi olup mahluk (yaratık) olmadığına inanmak.
*Eshab-ı kiramın tamamını sevmek, hiçbirini kötülememek.
*Cennetten Allahü teâlânın görüleceğine inanmak.
*Kıble ehline, namaz kılanlara işlediği günâhlardan dolayı kâfir dememek.
İbadet imandan parça değildir. İman artıp eksilmez.
*Mirac ruh ve bedenle birlikte olmuştur.
*Mucize ve kerâmet haktır.
*Kabir ziyâreti, enbiya ve evliyâdan yardım istemek caizdir.
Okunan Kur'an-ı kerimin ve verilen sadakanın sevabını ölülere göndermenin caiz olduğuna, bu sevâpların ve duaların ölülere vâsıl olarak, azaplarının azalmasına sebep olacağına inanmak.
*Kabir suâli haktır. Kabir azâbı ruh ve bedene olacaktır.
*Sırât köprüsü vardır.
*Şefâ'ata, hesâba ve mizana inanmak...
*Cami, Kur'an-ı kerim kursu, hastane, yol ve köprü yaptıranların, faydalı kitap yazanların, kendisinden sonra hayırlı evlât bırakanların sevap defterleri kapanmaz...
İnsan ölünce amel defteri kapanır, üç sınıf insan hariç. Onların amel defteri kapanmaz. Onlar öldükleri hâlde yaşayan; kabirde olduğu hâlde sevap kazanan bahtiyar insanlardır.

Birincisi: Sadaka-i cariye; insanların yararlanacağı tesisler yaptıranlar. Cami, Kur'an-ı kerim kursu, hastane, yol, köprü gibi...

İkincisi: İlim öğreten, talebe yetiştiren, faydalı kitap yazanlar... Bu talebeler talebe yetiştirdikçe, kitaplar okundukça yazanın defterine sevâp işlenir... Dört mezhep imamımız, akâidde iki imamımız ve İmam-ı Gazâli, İmam-ı Rabbani hazretleri gibi... Bunlar bizi ve bizim gibi milyonlarca insanı hâlâ okutuyorlar ve dua alıyorlar...

Üçüncüsü: Kendisinden sonra hayırlı evlât bırakanlar... Yavrularımız, bizden sonra bizim hayatımızı devam ettireceklerdir, bunun için onların yetişmesine çok önem vermeliyiz...

Hayırlı evlât nasıl sevaplarımızı artırıyorsa, hayırsız evlât da günâhlarımızı artırır. Bir baba, çocuğuna onbeş yaşına kadar dinini öğretmemiş, nasıl ibadet edeceğini tarif etmemiş, haramları tanıtmamışsa, o çocuğun ömür boyu yapacağı bütün günâhlar da onun günâh defterine yazılır.

Bahtiyar o kimsedir ki; ölünce, günâhları da ölür, öldükten sonra günâh işlemez.
Çocuklarımızı istikbale hazırlarkan, onların sadece üç-beş günlük dünya hayatını düşünmeyelim; o nasıl olsa geçer. Dünyanın ne mutluluğu kalıcıdır, ne de üzüntüleri hepsi geçici, fani ve kısadır. Hayalden başka bir şey değildir. "İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar" sözü ne kadar güzeldir...

İnsan rüyâ görürken, rüyâ gördüğünü fark etmez. Uyanınca gördüklerinin rüyâ olduğunu anlar, "Meğer gördüklerim rüyâ imiş" der.

Dünyadaki hayatımızın da gerçek hayat olmadığını ölünce anlayacağız...
Ya Allah!
Dünya ve ahirette karşılaşacağım her bir korku için 'lailaheillallah' ı,
Her keder ve üzüntü için 'maşa'allah'ı,
Her bir nimet için 'elhamdulillah'ı,
Hayret verici her şey için 'subhanallah'ı,
Her bir günah için 'estağfirullah'ı,
Her darlık için 'hasbiyallah'ı,
Her musibet için 'inna lillahi ve inna ileyhi raciun'u,
Her bir kaza ve kader için 'tevekkeltu alellah'ı
Her bir itaat ve isyan hareketi için 'la havle vela guvvete illa billahil aliyyul aziim'i, hazırladım.
Ey Rabbım! Bize arttır da eksiltme, bizi şereflendir de hor ve hakir kılma, bize ver de mahrum bırakma, bizi seç de üzerimize ihtiyar etme.
Bizden razı oluver bizden kabul eyle. Ey Kerem sahibi! Ey esirgeyenlerin en merhametlisi! Duamı kabul eyle. Hamd alemlerin Rabbın'a mahsustur.

Ya Rabbi!
Eğer imanıma bir şüphe girmiş ben de ondan tövbe etmemişsem ihlasla derim ki : Allah'tan başka yaratıcı yok, Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) Allah'ın Resulüdür.
Ya Rabbi!
Eğer bilmeden Müslümanlığıma küfür karıştırmışsam, derim ki: Allah birdir, Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) Allah'ın Resulüdür.
Ya Rabbi!
Eğer Allah'ı birlememe şirk girmişse, ben de bunun farkında değilsem ihlasla derim ki: Allah'tan başka ilah yoktur, Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) Allah'ın Resulüdür. 


Ya Rabbi!
Eğer bilmeden seni tanımamda yanlışım varsa derim ki: Allah'tan başka ilah yoktur, Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) Allah'ın Resulüdür.
Ya Rabbi!
Eğer bilmeden amelime riya ve kendimi beğenme duyguları karışmışsa derim ki: Allah'tan başka ilah yoktur, Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) Allah'ın Resulüdür.
Ya Rabbi!
Eğer farkında olmadan kalbime küçük ve büyük günahların fitnesi girmişse derim ki: Allah bir, Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) Allah'ın Resulüdür.
Ya Rabbi!
İmanımı gönülden tazeleyerek, ihlasla derim ki: Allah'tan başka ilah yoktur, Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) Allah'ın Resulüdür.
Ey diri olan!
Ey ebedi var olan!
Ey izzet ve ikram sahibi olan!
Ey gücün, şerefin ve büyüklüğün sahibi olan Allah'ım!
Halimi düzelt, işlerimi güzelleştir, beni bela ve fakirliğin acılarından koru, düşmanların şerrinden, şeytanın aldatmasından, nefsin arzularından, saptıranların saptırmasından beni koru ey Rabbim!
Ya Rabbi!
Beni çok ibadet eden salihlerden ve şükreden zenginlerden eyle… dini ve dünyevi bütün işlerimi düzene koy. Hayırlı nimetlerimi sonuna erdir.
Ya Rabbi!
Ömrümün son zamanlarında, ölüm anında kalbimi ve dilimi imanla doldur. Bana son anda; şehadet ederim ki, Allah birdir ve yine şehadet ederim ki, Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) O'nun elçisidir demeyi nasip et.



KADER MESELESİ




Kader meselesinin anlaşılabilmesi için; iki noktanın çok iyi anlaşılması gerektiğini daha önce ifade etmiştik.

Bu iki noktadan bir tanesi; Allah’ın ezeliyeti idi. Bu bahsi detaylarıyla inceledik ve anladık ki; Allah, ilmi ile bütün zamanları, geçmişi, hâli ve geleceği aynı anda kuşatır. Bizim yapacaklarımızı, daha yapmadan evvel, ezeliyeti ile bilir.

Şimdi ise, çok iyi anlaşılması gereken bu iki noktadan ikinci noktayı; yani “ilmin maluma tabi olması” kaidesini inceleyeceğiz. Bu nokta da iyi kavrandığında, çözülmez bir muamma zannedilen kader bahsinin, ne kadar anlaşılır olduğunu ve içinde cevaplanamaz hiçbir soru olmadığını göreceksiniz.

Kader meselesini kavrayabilmek için “ilmin maluma tabi olması” kaidesini, ezeliyet bahsi kadar iyi anlamak zorundayız. Bu yüzden bu kaide ile ilgili tam on misal vereceğiz. Bu on misalden sonra bir daha aklınıza, “Allah günah işleyeceğimi yazmış, benim suçum ne?” diye bir soru asla gelmeyecek.




1. MİSAL:




İlim; bir şeyin zihindeki şeklidir.

Malum ise; o şeyin hariçteki gerçek halidir.

Mesela, bir elmayı ele alalım. Elmanın zihnimdeki şekli ilimdir, malum ise elmanın kendi şeklidir. Acaba, ben elmayı bu şekilde bildiğim için mi elma böyle; yoksa elma böyle olduğu için mi ben onu öyle biliyorum? Yani benim ilmim, malum olan elmanın şekline mi bağlı? Yoksa malum olan elma, ilim olan benim bilgime mi bağlı?

Biraz daha açarsak; eğer ben elmayı karpuz gibi bilseydim, elma karpuza dönüşür müydü? Elbette ki hayır. Çünkü malum olan elmanın şekli, ilmime bağlı değildir. Ben onu bu şekilde bildiğim için o, bu şekle bürünmemiştir. Bilakis elma bu surette olduğu için ben onu böyle bilmekteyim. O halde ilim, yani elmanın zihnimdeki şekli, maluma, yani elmanın gerçek haline tabidir.





2. MİSAL:

Farzedelim ki, kasamda 500 lira var ve ben kasamda 500 liranın olduğunu biliyorum. İşte benim kasamdaki 500 liranın varlığını bilmem; ilimdir.

Malum ise; kasamdaki 500 liradır. Şimdi yine aynı soruyu soralım: “Ben bildiğim için mi kasamda 500 lira var; yoksa kasamda 500 lira olduğu için mi ben böyle biliyorum?” Yani ilmim maluma mı tabi, yoksa malum olan kasadaki para, ilmime mi tabi? Elbette ilim maluma tabi. Yani ben bildiğim için kasada 500 lira yok, bilakis kasada 500 lira olduğu için ben öyle biliyorum.Eğer bunun tersi olsaydı, yani, ilim maluma tabi olacağı yerde, malum ilme tabi olsaydı; ben kasada 500 lira yerine 500 milyonum var olduğunu zannettiğimde, kasada o kadar paranın olması gerekirdi. Hâlbuki bu olmuyor. Sebebi ise; malumun ilme değil, ilmin maluma tabi olmasıdır.






3. MİSAL:

Yüksek bir tepede oturduğunuzu farzediyoruz. Tepenin altında da kavisli bir tren yolu olsun. Siz tepenin tam üstünde olduğunuzdan, tren yolunun hem sağını, hem solunu, tamamını görebiliyorsunuz. Ve bir baktınız ki, aynı rayda karşılıklı ilerleyen iki tren var. Onların iki dakika sonra çarpışacaklarını gördüğünüzden, elinizdeki deftere “Bu iki tren iki dakika sonra çarpışacak.” diye yazdınız. Ve trenler iki dakika sonra çarpıştı.



Şimdi kazadan kurtulan makinistlere deseniz ki: “İşte bu benim defterim, ben sizin çarpışacağınızı, daha siz çarpışmadan önce bu deftere yazmıştım.”

Acaba makinistlerin size şöyle deme hakları var mıdır? “Biz senin yüzünden kaza yaptık. Eğer sen bizim kaza yapacağımızı yazmasaydın, biz çarpışmazdık, sen yazdığın için çarpıştık. Sen bu kazanın sebebisin.” Elbette diyemezler. Çünkü sizin yazınız yani ilim, onların çarpışacağına yani maluma tabidir.




Başka bir ifadeyle; siz, onların çarpışacağını ilminizle gördüğünüzden dolayı bu yazıyı yazdınız, yoksa onlar, siz yazdığınız için çarpışmadılar. Siz yüksek bir yerde olduğunuz için, onların göremediklerini; aynı raydan ilerlediklerini gördünüz.

Hem sizin yazınız sadece bir tespittir; zorlama ve kaza sebebi değildir. Eğer kaza, sizin yazınız yüzünden olsaydı, o halde şunun da olması gerekirdi: Siz, çarpışacak bu iki tren hakkında“çarpışmayacaklar” diye yazardınız, onlar da aynı raydan karşılıklı ilerlemelerine rağmen çarpışmazlardı. Eğer ilim maluma tabi olacağı yerde, malum ilme tabi olsaydı, dünyanın hiçbir yerinde kazalar olmazdı. Bir adam defterine, “bugün hiç kaza olmayacak” diye yazardı ve kazaları önlerdi. Hâlbuki bu asla olmaz.

Şimdi bu misali şöyle özetleyelim:

Siz kaza yapacaklarını yazdığınız için onlar kaza yapmadı, bilakis onlar kaza yapacakları için siz yazdınız. Yani ilminiz ve yazınız, maluma, “onların yapacakları kazaya tabidir.”

Sizin yazınızdan dolayı onlar mesuliyetten kurtulamaz. Zira onlar bu yazının yazılmasına sebep olmuşlardır.



4. MİSAL:




Daha senenin başında iken aldığınız bir takvimde, senenin bütün günlerindeki, güneşin doğuş ve batış saatlerinin yazılı olduğunu görürsünüz.

Mesela, senenin son günü olan 31 Aralık gününe baksanız, İstanbul için güneşin doğuş vaktinin 7:15, batış vaktinin 16:45 olduğunu görürsünüz.



İşte takvimdeki bu yazı ilimdir.

Malum ise; güneşin o saatte doğacak ve batacak olmasıdır.

Yine sorumuz aynı; “Acaba takvimde yazıldığı için mi güneş o saatlerde doğuyor ve batıyor?” Yani malum olan güneşin doğup batacağı saat, ilim olan takvimdeki yazıya mı tabi? Yoksa güneşin o saatte doğup, o saatte batacağı önceden hesaplanıp, bilindiği için mi takvime kaydedilmiş? Yani ilim maluma mı tabi? Elbette ikinci şık, yani ilmin maluma tabi olması doğrudur.

Zira güneşin doğacağı ve batacağı saatler hesaplanmış ve yazılmış. Eğer tersi olsaydı, malum ilme tabi olup, yazıldığı için doğup batsaydı; o zaman takvime güneşin doğuş vakti olarak, 7:15 yerine 12:00 yazdığımızda, güneşin 12:00 de doğması, hatta “Bugün güneş doğmayacak.” yazdığımızda güneşin o gün doğmaması gerekirdi. Hâlbuki bunların hiçbiri olmuyor. Sebebi ise, ilmin, yani takvimdeki yazının, maluma, yani güneşin kendisine tabi olmasıdır.






Şimdi şunu düşünelim: İnsan son derece aciz, zayıf, ilmi noksan, zaman ve mekânla kayıtlı olduğu halde, bir sene sonra güneşin ne zaman doğacağını ve ne zaman batacağını, önceden bilebiliyor ve onu takvime kaydediyor. Ve hiçbir insanın aklına; “Takvimde güneşin doğma ve batma vakitleri yazıldığı için güneş bu saatlerde doğmak ve batmak mecburiyetinde kalıyor, bu yazı olmasaydı, güneş bu saatlerde doğup, batmazdı.” gibi batıl bir fikir gelmiyor.

Hâl böyle iken, acaba kudreti sonsuz, ilmi nihayetsiz, zaman ve mekânların kayıtlarından münezzeh, ezelin sultanı olan Allah’ın, bir takvim hükmünde olan kader defterine, bizim doğacağımız günü ve batacağımız, yani öleceğimiz günü ve bu iki gün arasında neler yapacağımızı yazmasını niçin kavrayamıyoruz?

Takvimde yazıldığı için güneşin doğmadığını bildiğimiz halde, niçin kader takvimimizde yazıldığı için o işleri yapmadığımızı, bilakis biz yapacağımız için onların yazıldığını, yani Allah’ın ilminin, malum olan fiillerimize tabi olduğunu anlayamıyoruz? Ve günahımızı kadere yüklemeye çalışıyoruz?






5. MİSAL:

İstanbul-Ankara arası 500 km.’dir. Bu mesafenin bizler tarafından bilinmesi ve kitaplarda yazılması; ilimdir. Malum ise, bu mesafenin kendisidir. Burada da durum aynıdır. İlmimiz, maluma tabidir.

Bu misalde ki malum; İstanbul-Ankara arasının 500 km. olduğudur. Eğer ilmimiz maluma tabi olacağı yerde, malum ilme tabi olsaydı; yani biz bu mesafeyi böyle bildiğimiz için bu mesafe bu kadar olsaydı, o zaman biz bu mesafenin 1000 km. olduğunu zannettiğimizde malum mesafenin 1000 km.’ye çıkması gerekirdi. Hatta aradaki mesafenin sadece bir metre olduğunu zannettiğimizde de İstanbul’dan bir adım atarak Ankara’ya ulaşmamız gerekirdi. Ama bunların hiçbiri asla olmuyor. Biz ne bilirsek bilelim, ilmimizin malum üzerinde bir etkisi gözükmüyor. Sadece mesafenin 500 km. olduğunu bildiğimizde doğru biliyoruz, diğer zanlarımızda ise yanlış biliyoruz.



Aynen bu misalde olduğu gibi; doğumumuz ile ölümümüz arasında ne kadar mesafe varsa ve bu mesafede hangi istasyonlara uğrayıp, o istasyonlarda neler yapacaksak, bunların hepsi malumdur. Bu malumun Allah tarafından bilinmesi ve Allah’ın ilminin bir unvanı olan kader defterinde yazılması ise ilimdir.

Kaidemiz neydi? “İlim maluma tabidir…” O halde Allah yazdığı için biz yapmıyoruz, bizim ne yapacağımızı Allah ezeliyeti ve nihayetsiz ilmi ile bilmiş ve kader defterine kaydetmiştir. Burada önemli olan; “İlmin maluma tabi olması” kaidesini, Allah’ın ezeliyeti ile beraber düşünmenizdir. Ezeliyeti kavramadan, bu kaidenin tek başına anlaşılması mümkün değildir. Bu sebepten biz bu kaideye geçmeden evvel, Allah’ın ezeliyetini farklı misaller ile anlamaya çalıştık. Allah’ın ne yapacağımızı, ezeli ilmi ile bilmesi, asla zorlama sebebi değildir. Bu sadece bir tespittir.

Hakikat böyleyken bunun aksini düşünüp “Ben kaderin mahkûmuyum.” diyerek, suçu kadere atmak ne kadar manasızdır. Onların bu ifadesi şu manaya gelir ki, “ilim maluma tabi değil, malum ilme tabidir”, yani Allah “Bu kul cehennemlik olsun.” demiş, o da cehennemlik olmuştur. Veya “Bu cennetlik olsun.” demiş, o da cennetlik olmuştur.

Hâlbuki durum böyle değildir, bilakis Allah’ın ilmi, olacak olan hadiselere tabidir, yani ne olacaksa onu bilmiş ve kader defterinde kayıt etmiştir. Bunu söyleyenlerin temennisi aslında şudur: “Bizim mesul olmamız için, Allah bizim yaptıklarımızı yaptıktan sonra bilsin, yani Allah yarını bilmesin.” demektir. Bilmemek ise, Allah’ın şanına yakışmaz, zira bilmemek bir kusur ve eksikliktir, Allah ise bütün kusur ve eksikliklerden münezzehtir.






6. MİSAL:

Bir kumandan farzediyoruz ki, elindeki kamera ile nöbet tutan askerleri kontrole gidiyor. Ve iki askerin nöbette uyuduğunu görüyor. Ve onların bu hallerini kamerasıyla kaydediyor.



Bu olayda ilim; kameradaki kayıttır ve kumandanın bu iki haylaz askerin halini bilmesidir.

Malum ise, bu iki askerin uyumasıdır.

Sorumuz yine aynı:

“Kumandan kameraya çektiği için mi askerler uyudu, yani malum olan askerlerin uyuması, ilme mi bağlı? Yoksa askerler uyuduğu için mi kumandan onları öylece çekti, yani ilim olan kumandanın bilgisi ve kameraya kaydetmesi, maluma mı tabi?”

Elbette kumandanın bilgisi ve kamera kaydı, askerlerin haline, yani ilim maluma tabidir.

Kumandan bildiği ve onların bu suç halini kaydettiği için onlar uyumadı, bilakis onlar nöbette uyudukları için kumandan bildi ve onları öylece kaydetti...






Acaba kumandan ertesi gün nöbette uyuyan o iki askeri yanına çağırarak, bir gün önceki hallerini onlara seyrettirse. Ve onlara dese ki: “Niçin nöbette uyudunuz, niçin askerlik kanunlarını çiğnediniz, bu yaptığınız bir suçtur, ceza göreceksiniz…” Acaba bu azarları işiten askerler diyebilirler mi ki: “Kumandanım, nöbette uyuma suçunu senin yüzünden işledik. Bu suçu bize sen işlettin. Çünkü sen bizi kamerayla çektin. Eğer sen bizi çekmeseydin biz uyumazdık.” Elbette diyemezler. Çünkü kaidemiz şuydu; kumandanın ilmi, malum olan; askerlerin uyumasına tabidir.

Bir daha tekrar edersek; “kumandan bildiği için onlar uyumadı, onlar uyuduğu için kumandan onları öyle bildi ve öylece kaydetti.” Eğer onlar, diğer askerlerin uyumadığı gibi uyumasaydı, kumandan onları “uyumaz” bilecek ve öylece kaydedecekti.

Şimdi şunu farzedelim ki, bu kumandan aynı zamanda manevi bir kumandan olsun ve zamanda yolculuk yapabilsin. Yarına ve diğer günlere, daha o günler gelmeden geçebilsin ve o günlerde yaşanacak olayları daha yaşanmadan bilsin. İşte bu kumandanın bir ay sonraya yolculuk yaptığını ve yine nöbette uyuyan iki askeri kamera ile kaydettiğini ve tekrar bugüne döndüğünü farzediyoruz.






Ve bir ay sonra tam o kumandanın gördüğü ve kaydettiği gibi o iki asker uyudu. Yani kumandanın olacağını bildiği şey oldu. Ve kumandan uyuyan o iki askeri yanına çağırarak, bir ay önce yaptığı çekimi onlara seyrettirdi ve onlara dedi ki: “Bakın ben sizin nöbette uyuyacağınızı bir ay önceden biliyordum, hatta bu halinizi kameramla çekmiştim.”



Acaba o askerlerin, kumandana şöyle deme hakları var mıdır: “Kumandanım, o zaman suçlu sensin, niçin bizi ayakta çekmedin ki. Eğer sen bizim uyuyacağımızı bilmeseydin ve uyuduğumuzu kaydetmeseydin, biz uyumazdık, cezamıza razı değiliz.” Elbette diyemezler!..

Zira kumandanın bilgisi ilimdir ve malum olan askerlerin uykusuna tabidir. Askerler kumandanları bildiği ve kaydettiği için uyumadılar, bilakis zamanlarda gezebilen bu kumandan, kendi zamanından bir ay sonraya gitti, onların bu vaziyetlerini gördü ve onları kaydetti.

Başka bir ifadeyle onları nöbette uyutan şey kumandanın bilgisi değildir, tam tersine, kumandanın bilgisi onların uyumayı tercih etmelerine ve uyumalarına tabidir. Eğer onlar uyumayı tercih etmeseydiler, kumandan da onları bu şekilde kaydetmeyecekti.

Aynen bu misalde olduğu gibi, ezel ve ebedin kumandanı olan Allah da, zaman ve mekândan münezzeh olduğu için bütün zamanlardaki hadiseleri şu anda oluyormuş gibi görmekte ve bilmektedir. Bu hakikati ezeliyet bahsinde işlemiştik.

İşte, Allah bizim cüz’i irademizle işleyeceğimiz bütün fiilleri kameraya çekmiş, yani ilmin bir unvanı olan kader defterlerinde kaydetmiştir.

Acaba misalimizdeki, nöbette uyuyan askerlere benzeyen günahkâr birisi, “Allah bildiği için ben günah işliyorum, suç Allah’ın bilmesidir, eğer bilmeseydi bunları işlemezdim.” dese, misaldeki askerler gibi gülünç bir duruma düşmez mi?

Hem nasıl oluyor da, misaldeki kumandanın, askerlerin uyumasında hiçbir müdahalesi ve suçu olmadığını fark edebilen insan, bu misalden hiçbir farkı olmayan kâinatın kumandanı olan Allah’ın kaydına ve bilgisine, kendi suçunu yüklemeye çalışır?.. İşte buna şaşılır!





7. MİSAL:

Tren istasyonlarında trenlerin geleceği saatler yazılıdır.

İşte bu yazı, ilimdir.

Malum ise, trenin o saatte gelecek olmasıdır.

Sorumuz yine aynı: “Yazılı olduğu için mi tren geliyor, yoksa trenin o saatte geleceği bilindiği için mi yazılmış?..”

Kaidemiz neydi? “İlim maluma tabidir.” O halde sorumuzun cevabı: “Trenin geleceği bilindiği için yazılmış.” Eğer tersi olsaydı, malum ilme tabi olsaydı; yaramaz bir çocuk trenin geliş saatini değiştirdiğinde trenin gelmemesi gerekirdi. Hatta trenlerin geliş-gidiş saatlerini bildiren tablo yanlışlıkla kırıldığında, artık hiçbir trenin o istasyona uğramaması gerekirdi. Hâlbuki bunların hiçbiri olmuyor. Çünkü malum asla ilme tabi değildir.

İşte, Allah’ın bilgisi ve kader yazısı, istasyondaki, trenin geliş-gidiş saatlerinin yazılı olduğu tabloya benzer ve bu ilimdir. Bizim yapacağımız her şey ise; istasyona gelecek olan tren gibidir, malumdur. Misalimizdeki trenin, tablodaki yazıdan dolayı istasyona gelmemesi, bilakis trenin geleceği için böyle bir yazının yazılmış olması gibi, Allah bildiği için de biz yapmamaktayız, biz yapacağımız için Allah bilmektedir.






8. MİSAL:

Mesleğinde son derece tecrübeli bir hâkim düşünüyoruz. Yılların verdiği tecrübe ile neredeyse kişiyi gözünden tanıyacak bir seviyeye gelmiş olsun. Bu hâkim yolda giderken, görünüş itibariyle son derece kötü bir adamı görür ve yılların verdiği tecrübeyle bu kişinin ileride bir suç işleyeceğini ve mahkemede karşısına suçlu olarak çıkacağını elindeki deftere yazar.

Aradan biraz zaman geçince sokakta gördüğü o adam, bir suçtan dolayı hâkimimizin karşısına çıkar. Hâkim, cezasını karara bağladıktan sonra ona der ki: “Bak bu benim defterim, ben seni daha önce sokakta görmüş, senin suç işleyeceğini tahmin etmiş ve bunu defterime tâ o zamanda kaydetmiştim!..”






Acaba hâkimin bu sözüne karşılık suçlunun şöyle deme hakkı var mıdır: “Ey hâkim, ben senin bu yazından dolayı suç işledim, eğer sen bu yazıyı yazmasaydın ben bu suçu işlemezdim…” Elbette diyemez. Çünkü bu kişi, o yazıdan dolayı suç işlemedi ve bu yazı onu suça zorlamadı. Bilakis hâkimin ilmi, malum olan kişiye tabi idi. O suç işleyeceği için tecrübeli hâkimimiz bunu bildi ve defterine kaydetti...

Aynen bunun gibi, bu kâinatın yegâne hâkimi olan Allah da, biz kulların neler işleyeceğini ezeli ilmiyle bilmiş ve kader defterlerimize yazmıştır. Bizler Allah yazdı diye yapmamaktayız, bilakis biz yapacağımız için Allah yazmıştır.

Hâl böyle iken, misalimizdeki suçlunun hâkime karşı yaptığı savunmayı ve suçunu hâkimin yazısına bağlamasını, bizler de Hâkimlerin Hâkimi olan, Allah’a karşı yapsak, yani günahımızı Allah’ın yazısına bağlayarak; “Allah yazmasaydı, biz bu günahı işlemezdik.” gibi batıl sözler söylesek, acaba bu işlediğimiz günahtan daha büyük bir kabahat olmaz mı?






9. MİSAL:

Yine son derece tecrübeli bir öğretmen düşünüyoruz. Yılların verdiği tecrübeyle, daha sene başında iken hangi öğrencinin sınıfı başarıyla geçeceğini ve hangilerinin sınıfta kalacağını tahmin etsin ve bu tahminini de bir deftere kaydetmiş olsun.

Ve sene sonu geldiğinde öğretmenin, sınıfı geçeceğini tahmin ettiği öğrenciler, sınıflarını geçsin ve sınıfta kalacağını tahmin ettiği öğrenciler de sınıflarında kalmış olsun.

Öğretmenimiz sınıfta kalan öğrencilere karnelerini verdikten ve bu öğrenciler karnelerindeki zayıf notları gördükten sonra onlara dese ki: “Bakın bu benim defterim ki, ben sizin sınıfta kalacağınızı tahmin etmiş ve daha sene başında iken bunu yazmıştım. Ve sizler tam benim tahmin ettiğim gibi sınıfta kaldınız!..”




Acaba öğretmenlerinin bu sözüne karşılık, bu tembel öğrencilerin “Öğretmenim, madem siz bu yazıyı daha biz sınıfta kalmadan yazmışsınız, o halde sınıfta kalmamızın sebebi sizin bu yazınızdır. Eğer siz bizim hakkımızda ‘sınıflarını geçecekler’ diye yazsaydınız, biz sınıfta kalmazdık!..” demeye hakları var mıdır?



Elbette böyle diyemezler, çünkü öğretmenin ilmi, malum olan öğrencilerin tembelliğine bağlıdır. Başka bir ifadeyle; öğretmen böyle yazdığı için onlar sınıfta kalmadı, bilakis onların tembellik edeceğini ve ders çalışmayacaklarını öğretmenleri tecrübesiyle bildi ve böylece defterine kaydetti.

Eğer onlar, öğretmenin yazısından dolayı sınıfta kalacak olsalardı, o zaman öğretmen, çalışkan öğrenciler için “sınıfta kalacaklar” yazardı ve çalışkan öğrenciler de sınıfta kalırdı. Ama bunların hiç biri olmuyor, kimse bir yazıdan dolayı sınıfını geçip, bir yazıdan dolayı da sınıfta kalmıyor. Çünkü ilim, zorlama ve cebir aracı değildir, o sadece bir tespit ve beyandır.

Aynen bu misalde olduğu gibi, gayb âlemlerinin âlimi olan Allah da, hangimizin sınıfta kalacağını, yani imtihanı kaybedeceğini, hangimizin sınıfı geçerek cennete gideceğini ezeli ilmi ile bilmiş ve bu bilgiyi, ilmin bir unvanı olan kader defterimizde yazmıştır.

Sınıfta kalan öğrencilerin, öğretmenlerini suçlaması ve kabahatlerini öğretmenlerinin yazısına yüklemeye çalışmaları ne kadar asılsız ise, günah işleyen bir kişinin de günahını kadere yüklemesi o derece asılsız ve gerçekten uzaktır.






10. MİSAL:

“İlmin maluma tabi olması” kaidesini anlayabilmek için, tam dokuz misal verdik. Çünkü bu kaideyi ve ezeliyet bahsini anlamak; kaderi anlamak demektir. Biz son bir misalle “ilmin maluma tabi olması” kaidesini tamamlayacağız.

Şöyle ki: Peygamber Efendimiz (asv) ahir zaman fitnelerinden ve kıyametin alametlerinden bahsetmiştir.

Efendimiz (asv)’in bu bahsi; ilimdir.

Malum ise, bu hadiselerin kendisidir.

Sorumuz yine aynı: “Peygamberimiz (asv) haber verdi diye mi ahir zaman fitneleri çıkacak; yoksa ahir zaman fitnelerinin çıkacağı için mi Efendimiz (asv) onlardan haber vermiş?”

İlim, maluma tabi olduğundan dolayı; ahir zaman fitnelerinin çıkacağı için Efendimiz (asv)’in haber verdiği şıkkı doğrudur. Zaten bunun tersi düşünüldüğünde, ahir zaman fitnelerinden Peygamberimiz (asv)’i mesul tutmak ve “Eğer haber vermeseydi bunlar olmazdı.” demek lazım gelir ki, bunun ne kadar yanlış olduğunu her akıl sahibi takdir edebilir.



NETİCE:

Bu on misalle anladık ki, “İlim, maluma tabidir.” Şimdi bu kaideyi kader hakkında tahlil edelim:

Allah’ın bizim ne yapacağımızı bilmesi ve bu bilgiyi kader defterimizde yazması; ilimdir. Bu ilim neye tabidir? Elbette malum olan bizim fiillerimize ve yapacaklarımıza tabidir. Yani biz yapacağımız için Allah öyle bilmiştir. Yoksa Allah öyle bildi diye biz mecburen yapmamaktayız.

O halde şöyle diyebiliriz: Suçunu kadere yükleyen insan, iki şeyden habersizdir.

Allah’ın ezeliyetini ve ezeliyetin ne manaya geldiğini bilmemektedir.

“İlmin maluma tabi olması” kaidesinden habersizdir.

Bu iki mesele anlaşıldığında kader hakkındaki bütün sorular cevaplarını bulmaktadır.

Bizler eserimizin bu bölümüne kadar, işlediğimiz fiilleri, kader defterinde yazıldığından dolayı, cebren ve zorlama ile işlemediğimizi, bilakis biz ne yapacaksak, kader defterimize onun yazıldığını anlatmaya çalıştık. Eserimizin bundan sonraki bölümlerinde ise kader hakkındaki soruları ve bu soruların cevaplarını başlıklar halinde inceleyeceğiz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder