18 Temmuz 2015 Cumartesi

BEDİÜZZAMAN'IN CİHAD ANLAYIŞI NASILDI : Bediüzzaman Said Nursi'nin her halükarda maddi ci­hada karşı çıktığı düşünülmemelidir. Şartlar gerektirdiğinde, yani, harici bir teca­vüzle karşılaşıldığında, Bediüzzaman ülkesinin savunmasında en kahraman savaşçı­lardan biri konumundaydı. Hayatının ilk döneminin azımsanmayacak bir bölümü sa­vaş meydanlarında geçti.


Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin cihad yorumunu ele almaya başlamadan önce, ge­nel olarak cihad kavramıyla ilgili bir-iki hususu hatırlatmakta yarar var. Hz. Muhammed (a.s.m.) cihat kavramını “yüce İslam’ın zirvesi” olarak tarif etmiştir. Ve kendisine “Allah yolunda cihad”a eşit birşey varsa bunun ne olduğu sorulduğunda, şu cevabı vermiştir: “[Ona eşit olarak] yapabilece­ğiniz hiçbir şey yoktur.”

Çok önemli olan bir diğer bir husus da onun geniş anlamıdır. Zaman zaman onu tarif için kullanılan "kafire karşı kutsal savaş” tanımıyla sınırlı olmaktan öte, ceh­detmek, çabalamak, olanca kuvvetini sarfetmek, veya olabildiğince gayret etmek anlamlarına gelen ‘cehede’ kökünden türetilen cihad terimi, geniş bir anlam dizisini içerir.

Mesela, Zadü’l-Mead adlı eserde cihad başlıca dört “adım” veya “aşama”yı ihti­va eder şekilde tanımlanır; nefse karşı, şeytana karşı, inançsızlara karşı, ve münafık­lara karşı cihad. Bunlardan ilki de dört “aşama” ihtiva etmektedir: nefse hak dini öğretmeye çalışmak; ikincisi, fiiliyatta bu bilgiye uygun biçimde yaşamaya çalışmak; üçüncüsü, bunu diğer insanlara öğretmeye çalışmak; ve dördüncüsü, sair insanları Allah’ın dinine davet ederken ızdırap verici zorluk ve eziyetlerle karşılaştığında sabırlı olmak ve sebat etmektir. Şeytanla cihad iki “aşama”yı içerir: ilk olarak, şey­tanın insanın kalbine ektiği, imanla ilgili şüphe tohumlarını uzaklaştırmaya çalışmak; ve ikincisi, şeytanın telkin ettiği süfli arzulardan vazgeçmeye çalışmaktır. Bu cihad­ların ikincisi insanı sabır ve sebata eriştirirken, ilki, yani nefisle cihad “sağlam ve kesin bir iman” kazandırır. Üçüncü ve dördüncü temel “aşama”lara, yani inançsızlar ve münafıklarla cihada gelince, bu ikisi de dört “aşama”yı içinde barındırır: kalb ile cihad, dil ile cihad, malıyla (sahip olduğu şeylerle) cihad, ve hayatı ile cihad. İnanç­sızlara karşı cihad kılıçla, yani cebirle, kuvvetle olduğu halde, münafıklara karşı cihad dil ile yapılır-dil ile; yani, delil, bürhan, ve ikna yoluyla.

CİHAD'IN TANIMI

Diğer alimler cihadı “İslam’ın emirlerini öğrenmek, başkalarına öğretmek, gerek şahsi ve gerek sosyal hayatta onları tatbik etmek ve başkalarını da böyle yapmaya teşvik etmek, sair insanları İslam’a davet etmek, bütün bunların icrası esnasında or­taya çıkan tüm engelleri, yani hem şahsi düzeydeki, hem de içinde bulunulan top­lum içersindeki, ve de onun dışından çıkan engelleri bertaraf etmek için şuurlu, faal ve daimi bir gayret” olarak tarif etmişlerdir. Ve cihadın amacı şu şekilde tarif edilmiştir: “Allah’ın dinine yardım etmek ve Onun sözünü yüceltmek (i’la-yı Kelime­tullah)” 6 ve “küfrü mağlup ederek hakkı hükümferma kılmak.”

Cihadın geniş anlamını ve İslam açısından taşıdığı önemi bu şekilde gösterdikten sonra, bu tebliğ, cihadın İslami literatürün değişik türlerinde tanımlandığı üzere onun daha ileri müzakeresine girişmekten ziyade, Bediüzzaman Said Nursi’nin cihad yorumunu ve nümune-i imtisal hükmündeki tatbikatını müzakere edeceğiz.

SAİD NURSİ'NİN CİHAD YORUMU

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin cihad yorumunu araştırırken göze çarpan bir husus, onun hayatı boyunca, gerek Eski Said, gerek Yeni Said olarak konuya dair fikirle­rinde sergilediği devamlılıktır. Bu, gerek dış dünyadaki, gerek kendi iç dünyasındaki büyük değişimlerin, hayatının bu iki ana dönemi arasında yaşanmış olmasından do­layı önemlidir.

MEDENİYET VE CİHAD

Bu çalışmalar sayesinde Bediüzzaman Said Nursi’nin ulaşmak istediği hedef, onun davasının merkezini teşkil eden İslami medeniyetin yeniden tesisiydi. Çünkü, onun nazarında, İslam hakiki medeniyetin kaynağıydı; bu yüzden İslam dünyası ancak İslami bir çer­çeve içerisinde gerçekten terakki edebilir, ve ancak bu şekilde hak ettiği hakim mevkiini yeniden kazanabilirdi. Bundan da ötesi, bir bütün olarak insanlık ancak İs­lam ve de İslami medeniyetin tesisi sayesinde sükun ve huzur bulabilirdi.

MADDİ CİHAD

Bediüzzaman Said Nursi'nin her halükarda maddi ci­hada karşı çıktığı düşünülmemelidir. Şartlar gerektirdiğinde, yani, harici bir teca­vüzle karşılaşıldığında, Bediüzzaman ülkesinin savunmasında en kahraman savaşçı­lardan biri konumundaydı. Hayatının ilk döneminin azımsanmayacak bir bölümü sa­vaş meydanlarında geçti. Büyük bir ihtimalle 1913’te Balkan savaşına katılmış, 29 Birinci Dünya Savaşı çıktığında cihad fetvasının hazırlanmasında yardımı olmuş ve 1915 ilkbaharında denizaltıyla Kuzey Afrika’ya giderek cihad ilanının yayılmasıyla ilgili tehlikeli göreve yardım etmiştir. 30 Ve Enver Paşa’nın emirleriyle doğu Ana­dolu’da kurduğu milis birliği, Keçe Külahlılar, o kadar cesur ve etkili savaşçılardır ki, Ermeni Taşnak ihtilalcilerinin ve Rusların korkulu rüyası olmuşlardır. Bediüzzaman Ruslara karşı bu önemli hizmetinden dolayı bir harp madalyasıyla da ödüllendirilmiş­tir.

Kaynak: Sorularla Risale



Said Nursi' nin Tebliğ Metodu

Yeryüzündeki varlıkların en şereflisi ve halifesi olan insandır. İnsanın en şerefli yanı ise, aklı nuruyla ışıklandıran, hisleri ve fikirleri Allah’a itaat konusunda hidayete ulaştıran iman dolu kalbidir. Aklın en önemli vazifesi, ilerlemenin ve medenileşme­nin temel direği olan tefekkürdür. Tefekkür ise, en doğru ve en sıhhatli terbiye yolunu doğurur. Böylelikle dünya ve ahirette toplumları mutluluğa yöneltecek yenilikler ortaya koyma melekesi terbiye edilmiş olur.

Milletler ve topluluklar Allah’a iman eden birtakım fertlerin elinde kalkınırlar ve saadete ulaşırlar. Zira bunlar, gayet esaslı metodları takip etmekte, hayatlarını top­lumun genel özelliklerini, kalkınmanın keyfiyetini araştırmaya, insanların din ve dünya işlerini gözetmeye hasretmişler, kalplerini ve akıllarını bu yüce hedefe mu­sahhar kılmışlardır.






Bu gün İslam alemi çok esaslı gayretler gerektiren tehlikeli bir merhaleden geçmektedir. Bizler bu darboğazdan çıkabilmek için bütün toplumsal müşküllerin hallinde yardımlaşmamız ve işbirliği yapmamız, dinimizin sahih ta’lim usullerine tek­rar dönmemiz gerekmektedir. İşte bizler bu toplantıda belirttiğimiz hususu gerçek­leştirmekteyiz. Ehl-i ilmin, onların tefekkür yollarının, meselelere getirdikleri çözüm yollarının tanınması bizim önümüzü aydınlatacak, tefekkür yapımıza ışık tutacaktır. Bu sebeple bu gibi toplantıları tertipleyen ve bu düşünceye sahip olan kişileri tebrik ediyorum. Zira bu gibi toplantıların, İslam düşünürü Said Nursi gibi şahsiyetleri ya­kından tanımak isteyenlere bu fırsat tanındığından dolayı büyük önemi bulunmak­tadır.

Üstad Bediüzzaman Said Nursi'nin hareketi, gayet şümullü İslami bir harekettir. Diğer ülke­lerdeki Müslümanların da kalkınma ve yenilenme konularında ittiba edebilecekleri çok güzel bir örnektir. Zira Bediüzzaman, Resulüllahın (a.s.m.) yaptığı uygulamalara bağlılığı açısından bir örnek ve önder, onun nurundan istifadeyle materyalist me­deniyete, Batılı akımlara ve İslami uyanışı önlemeye çalışan mihraklara şiddetle karşı koyan bir dava adamıdır.

Hiç şüphesiz, böyle bir hareketin daha fazla ince­lenmeye ve araştırılmaya ihtiyacı vardır. Zira bu, Müslümanların durumlarını ıslah etmek, onları içinde bulundukları sıkıntılardan kurtarmak yolundaki fikirleri ve görüş­leri ihtiva eden önemli bir tecrübedir. Bu durumda, Bediüzzaman’ın hayatından bahsederek söze başlama zarureti vardır.

O, gerçek bir mü’minin ahlaki hasletlerini temsil etmekte, Allah’tan başka hiç kimseden korkmamaktaydı. Batılı devletlerin oyunlarından uzak olmanın, materyalist medeniyetin her tarafı kaplayan ağından kurtulabilmenin reçetesi olarak İslama sıkıca sarılmayı, uyanık bulunmayı, modern ilimlerden münasib olanları almayı, insanları Kur’ani ve imani meselelerde, cehaletle mücadele konularında irşad etmeyi ortaya koymuştu. Aynı zamanda kalpten çıkıp başka kalplere ulaşan söz silahının bu zamanda Müslümanlara iman hakikatlerini, Al­lah’a bağlanmayı ve bütün ilim ve ma’rifet sebeplerine bağlandıktan sonra Ona te­vekkül etmeyi öğretmede çok büyük bir öneme sahip olduğuna derin bir inancı vardı. Zira imanın merkezi kalptir. Böyle bir iman gerçekleşirse bir fert bir üm­mete, bir ümmet de Seyl-i Arime, önünde hiçbir şeyin duramadığı parlak bir nura dönüşür.

Bütün söylediklerimizden hareketle diyebiliriz ki, Risale-i Nuru inceleyerek ve düşünerek okuyan herkes aynı şeyleri hissedebilir. Bu yüzden Bediüzzaman za­manın idarecilerine bu eserlerin önüne set çekmemelerini istemiştir. Çünkü burada­ki sözleri Kur’an-ı Kerim’in feyzinden fışkıran ifadelerdir. Aynı şeyleri, çeşitli mah­kemelerde kendisini müdafaa etmek için defalarca söylemiştir. Bunun neticesi ola­rak da bir hapisten diğerine konulmuş, ancak her mahkeme celsesinde insanlar idam kararı beklerlerken Allah, inayetiyle onu korumuş ve mahkemelerin çoğu be­raatle neticelenmiştir. Ne var ki, insanlar arasındaki şeytanın avaneleri yetkili ma­kamlara yaranabilmek için her türlü kötülüğü ona reva görmüşler, hatta cenazesi defnedildikten sonra dahi mezarını açıp bilinmeyen bir yere defnetmişlerdi.

Bir çok defalar ehl-i dalaletin ehl-i hakka galebe çalmasının sebeplerini açıklar­ken, Müslümanların kendi aralarında ihtilafa düşmelerini, ittihat etmemelerini, salim bir şuur esasına dayanarak İslama bağlanmamalarını bunun en önemli sebepleri ara­sında sayar. Çünkü, dünya menfaatı onların bütün işlerinde galebe etmiş, Vahid-i Kahhar olan Cenab-ı Hakka abd olacak yerde, paraya, makama ve şöhrete adeta kul olmuşlardı. İşte bizler günümüzde de aynı durumu görmekteyiz. Ne yazık ki ne­fislere hayvani, nefsani ve şahsi arzular hakim durumdadır ve bu yönlerimiz bizleri sırat-ı müstakimden uzaklaştırmaktadır.

Şimdi birlikte düşünelim; günümüzde Müslümanların ellerindeki para mikdarı 800 trilyon dolar civarındadır. Bunların büyük bölümü Batılı ülkelerin bankaların­dadır. Bunları kullanmaktan dahi aciz olan Müslümanın parası, Batının iktisadi yapı­sının en esaslı direğidir. Eğer bizler bu paraların karlarından ve gelirlerinden fayda­lanacak olsaydık, elde ettiğimiz gelirin sadece çok az bir kısmı dahi bütün İslam aleminin sanayi bakımından kalkınmasına, bütün zirai ihtiyaçlarını bizzat kendi imkan­larıyla karşılamasına, Batının teknolojisini en güzel şekilde istihdam etmesine yete­cekti.

İslam aleminin durumunu birlikle inceleyelim. İçlerinden bazılarının sahip olduğu mali imkan ihtiyaçlarının yüzlerce, binlerce kat üzerinde olmasına rağmen, elindeki iş gücü yok denecek kadar azdır. Bazılarında milyonlarca atıl vaziyette bekleyen iş gücü bulunmasına karşılık, iktisadi kalkınmasını ve gelişmesini sağlayacak seviyede mali imkanı yoktur. Bazı devletlerin zirai, sınai ve turistik imkanları fazlasıyla bulun­masına rağmen, bunları verimli bir şekilde işletme imkanları bulunmaz. İşte bu şe­kilde İslam toplumları Doğudan Batıya kadar uzanmaktadır.

Adeta Allah-u Teala Müslümanları bu şekilde birbirine muhtaç hale getirmiş, ittihat etmemizi, birbirimizi tamamlamamızı, kendi gücümüzü kazanabilmek ve arttırabilmek için yardımlaşma­mızı zımni olarak istemiştir. Eğer bizler bu birliği ve dayanışmayı kendi aramızda gerçekleştirebilirsek, en az Avrupa devletleri kadar kuvvetli olabiliriz. Bu ise, dini­mize daha çok sarılarak, geçmiş ümmetlerin çöküşüne sebep olan lehviyatı, sefa­heti, ahlaki sapıklıkları bir kenara bırakıp, Batı medeniyetinden lazım olan ilmi ve teknolojik yönleri alarak gerçekleşebilir. Kaldı ki, gerek Kur’an-ı Kerim, gerek sün­net-i şerife bizlere en güzel örnekleri ve en doğru yolu göstermektedir. Eğer bu yolda zaaf göstermez, bu örneklere bihakkın uyar, içimize sindirebilirsek başarılı olmamak için hiç bir sebep kalmaz.

Burada Üstad Bediüzzaman’ın nidasına dönelim ve kardeşlerine hitaben söyle­diği sözlerine kulak verelim; Sizi korkutmak, ta ki mukaddes cihad-ı manevinizden sizleri uzaklaştırmak için ehl-i dalalet ve ehl-i ilhad üzerinize hücum ettiğinde onlara deyin ki: Bizler hizb-i Kur’anız. Onun himayesine ve kal’ay-ı hasinine sığınırız. Batı dünyasının Müslümanlar arasında tefrikaya yolaçmak için ektiği ırkçılık fikri, Müslü­manları birbirine düşürmüştür. Buradan hareketle Bediüzzaman dinsizliğe dayalı materyalist felsefeyi şiddetle tenkid etmiştir. Zira bu felsefe Müslümanların ruhların­daki nuru söndürmeyi hedeflemektedir.

İşte bakınız; günümüz İslam alemindeki basın-yayına bir göz gezdirecek olursak, Batı kültürünün en kötü yönlerini bize gösteren dans, caz, şarkılar, sinemalar ve bu konuları işleyen kitapların reklamlarıyla doludur. Bu şartlar altında Bediüzzaman’ın takip ettiği metod, İslam devletlerinin kendi aralarındaki çekişmelerden kaçınmala­rını, bizlerin birbirimizle hayır üzere muamelelerde bulunmamızı, Batının bizim için biçtiği tefrika ve ayrılık kılıfından sıyrılmamızı gerektirir. Bediüzzaman’ın metodu sa­dece belirli bir toplum ve devlet dikkate alınarak ortaya çıkmamıştır. Her toplumda ve ülkede uygulanabilecek özelliklere sahiptir. Kitabullahta, sünnet-i seniyyede ve sahabe fiillerinde gelen kurallar üzerine kurulu Kur’ani bir metoddur.

Bediüzzaman Batı medeniyeti ile İslam medeniyetini karşılaştırırken şu noktalara temas eder; Batı medeniyeti hakka değil kuvvete inanır. İslam ise kuvvetin üzerin­de yükselen hakka davet eder. Batı medeniyeti menfaate inanır. Batının iktisadi an­layışı bu esas üzerine kuruludur. İslam ise maslahatı kabul eder. Batı medeniyeti pa­raya adeta tapar ve bunu hayatın vazgeçilmez bir temeli olarak kabul eder. İslama göre paranın ve malın gerçek sahibi Allah’tır. İnsan ise yeryüzünde halifelik görevi gereği bunu faydalı şekillerde kullanır. Aksi olursa ondaki bu halifelik özelliği de or­tadan kalkar. Dini hareket tarzı insanları, paranın ve malın bütün insanların maslaha­tına uygun bir şekilde kullanmaya çağırır. Üzerine düşen zekat ve sadaka gibi gö­revleri yerine getirmesini ister. Batı medeniyeti mücadele ve müsademeye inanır. İslam ise yardımlaşmaya çağırır. Batı medeniyeti hürriyet ve demokrasiyi sınırsız bir şekilde kabul eder. İslam ise Allah’ın emirlerini ön plana çıkararak, İslami esasların belirlediği ve şeriatta sınırları çizilen ölçüler dahilindeki bir hürriyeti kabul eder.

İslam, nuruyla aklı aydınlatan imanın mekanı olan kalple yücelir. İnsanı, şanı yü­ce olan Allah’ın metoduna bütün uzuv ve hisleriyle bağlanmaya yönelterek Allah’a itaatı gerçekleştirir. Batı medeniyetinin ilmi yönleri hakkında Bediüzzaman’ın görü­şü, İslamın Müslüman insana bir görev olarak yüklediği maddenin, hayat kanunları­nın künhüne vakıf olmak, ondan azami derecede istifade etmek görevine paraleldir. Çünkü insan yeryüzünde Allah’ın halifesidir. Allah’a ibadette bulunmak, kendini tah­kik etmek, hayır tohumları ekmek ve ilerlemeyi gerçekleştirmek için yaratılmıştır. Buradan hareketle Bediüzzaman ilmi ve sınai yönden medenileşme sebeplerini elde etmeye çağırır. Çünkü bu yol, İslam aleminin kalkınması, kendisinin ve İslamın me­sajını bütün dünyaya bihakkın yayabilmesi için şiddetle ihtiyaç duyduğu kuvvetli bir toplum teşkil etmenin zaruretlerindendir.

Dr. HASAN ABBAS ZEKİ

SAİD NURSİ İLE CEMAAT'İN FARKI

"Hemen her dönemde devlet zulmüne uğradı Bediüzzaman. Sürgün edildi, mecburî ikamete zorlandı, hapse atıldı, defalarca zehirlendi… “Siyasetin şerrinden Allah’a sığınırım.” deyip Erek Dağı’na çekilmiş, inzivada yaşıyordu. Ne var ki bir bahane icat edildi ve sürgün yılları başladı. İnsanlarla irtibattan men edildi; ama o hep dimdik ayaktaydı."

Ekrem Dumanlı'nın Bediüzzaman'ın Çilesi adlı yazısında atladığı detaylar da yok değil. Bilindiği gibi Bediüzzaman aynı zamanda Kürt kimliği ile tanınıyordu. Gülen Cemaati ise Nurculuğun bir kolu olarak ortaya çıkmasına rağmen, ısrarla Gülen Hareketi, Hizmet, Camia diye kendilerini nitelediler.

Cemaat'in, dünyanın 160 ülkesinde yüzlerde Türk okulu var. Bu okullardan seçilen öğrenciler her yıl Türkiye'de Türkçe Olimpiyatları'nda boy gösteriyor. Bu tür organizasyonlar da, Said Nursi'de olduğunun aksine, Gülen Cemaati'nde Türk milliyetçiliğine meyilli bir damarın olduğunun en büyük ispatı.
DEVLETTEN MAAŞ ALMAYI REDDETMİŞTİ

Said Nursi'ye Cumhuriyet'in Doğu İlleri Genel Vaizliği teklif edildi ancak kendisi bu teklifi kabul etmemişti. Mustafa Kemal'den maaş almayı reddetmişti. Fethullah Gülen ise yıllarca devletin resmi imamlığını yaparak devletten maaş aldı.

SAİD NURSİ DEVLET İÇİNDE YAPILANMAYA GİTMEDİ

Öte yandan Gülen Cemaati ile Said Nursi'nin çilesi arasında bir fark daha var. Said Nursi, Ekrem Dumanlı'nın da yazdığı gibi sürgün, zehirlenme, hapsedilme gibi birçok zorlukla karşılaştığı halde devlet içinde bir başka devlet yapılanmasına gitmedi. Bugün paralel yapı olarak adlandırılan hiçbir organizasyonun içinde yer almadı. Sadece ilmi meselelerle ilgili oldu. Fethullah Gülen'in ortaya dökülen kasetlerinden anlaşıldığı gibi banka kurtarma operasyonlarına da dahil olmadı.

SİYASET RİSALE-İ NUR'UN İMAN HİZMETİNE TERS

Cemaat adına siyasi faaliyette bulunmak, siyasi partilerle pazarlıklar içine girmek, devlet içinde kadrolaşmak, iktidara ortak olmaya çalışmak gibi faaliyetlerin tamamı Risale-i Nur’un iman ve Kur’an hizmetiyle tam bir tezat oluşturdu. Risale-i Nur talebeleri böyle faaliyetlerde bulunmayı üstadlarından miras aldıkları hizmetin kutsallığını bozmak olarak görüp bundan kaçındılar. Nitekim Umum Nur talebelerine Bediüzzaman'ın vefatından önce vermiş olduğu en son derste: “Aziz kardeşlerim, bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfi hareket değildir. Rıza-yı İlahiye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlahiyeye karışmamaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müsbet İman hizmeti içinde her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz” denilerek, asıl yapmaları gereken şeyin altını çizmişti.

BU YÜZDEN HALA AYAKTA

İşte Said Nursi, bugün Fethullah Gülen'in yaptığı hiçbir şeyi yapmadığı için hala ayakta, hala milyonlarca insan tarafından saygı ile anılıyor. Fethullah Gülen ise Nur kökenli olduğu halde Nurcu olarak anılmamak için her şeyi yaptı. Çünkü Nurculuk hareketi devlet tarafından karalama kampanyalarına maruz bırakılmıştı. Gülen ise bu kimlikten sıyrılmak için elinden ne geliyorsa yaptı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder